Hindistan’ın kuzeyinde bulunan ve “yüksek geçitler diyarı” olarak anılan Ladakh, insanoğlunun sürdürülebilir bir yaşam kurmayı başardığı en sert coğrafyalardan birisi. Tarihi boyunca hiç sömürgeleştirilmemiş ve çevresindeki politik mücadeleden dolayı 1975’e kadar küresel ekonominin etkilerinden kendini korumayı başarabilmiş bu bölgenin geçmişi, geleceğimizin tohumlarını taşıyor olabilir. Ladakh ile yolu bölgenin dışa açılmasından hemen sonra kesişen Helena Norberg-Hodge, kalkınma olarak adlandırılan sürecin yerel ekonomi üzerinde yarattığı yıkıma şahit olduğundan beri kâr değil mutluluk odaklı bir ekonomi fikrinin öncülüğünü yapıyor.


Bora: Yaptığımız çalışmalara ve savunduğunuz fikirlere bakıldığında Ladakh ziyaretlerinin sizin için bir dönüm noktası olduğu görmek zor değil. Nasıl tanıştınız Ladakh’la?
Helena: Ladakh’a ilk ziyaretimi 1975 yılında bir film ekibin parçası olarak gerçekleştirmiştim. Aslen bir dilbilimciyim. Benim de ekipte olmamı istediler çünkü dili öğrenerek onların Ladakh’ı anlamasını kolaylaştıracağımı düşünüyorlardı. Ladakh politik nedenler ve coğrafi güçlüklerden ötürü 1974’e kadar dış etkilerden korunmuş bir bölgeydi ve bir antropoloji filmi çekilecekti. Hindistan sınırlarının içinde olmasına rağmen kültürel olarak Tibet’in bir parçası olan bölge, aynı zamanda Çin’e ve Pakistan’a komşu olduğundan Hindistan casusluk faaliyetlerinden korkmuş ve ordusunu Ladakh’a konuşlandırmış. Bölge dışa kapatıldığı ve kimsenin giriş çıkışına izin verilmediği için toplumsal bir araştırma için sanki bir kontrol grubu oluşturulmuştu. Benim gözlemlerim de bu sebepler neticesinde ortaya çıkma fırsatı buldu.

B: Ladakh’la ilk karşılaşmalarınızda sizi en çok etkileyen şey neydi?
H: O dönemdeki Ladakh toplumunu, kendisine yeterli bir yerel ekonomiye ve kuvvetli  toplumsal bağlara sahip olmasıyla ve kısıtlı olmalarına rağmen son derece iyi korunmuş ve ihtiyaçlara göre paylaşılmış doğal kaynaklarıyla özetlemek mümkün.  Ladakh’a gitmeden önce birçok üçüncü dünya ülkesinde bulunmuş bir insan olarak içinde yaşadıkları maddi koşulların yüksekliği beni şaşırtmıştı. İçinde yaşamaya başlayınca hiç kimsenin aç kalmadığı ve yoksulluk çekmediğini gözlemleme şansım oldu. İşsizlik diye bir şey yoktu; herkes şu ya da bu şekilde çalışıyor ve toplumda bir yer edinebiliyordu. Evler etkileyici derecede güzel ve  büyüklerdi. Belki bir Avrupa ülkesinde görmeye alışık olduğunuz imkanlara ve rahatlığa sahip değillerdi - örneğin kışın kullanabilecekleri gelişmiş ısıtma sistemleri yoktu - ancak bu duruma öyle alışmışlardı ki şikayet eden kimseye rastlayamazdınız.
Tüm bu maddi koşulların şaşırtıcılığına rağmen beni en çok etkileyen şey insanların yüzlerindeki gülümseme ve her yerde hissettiğim yaşam sevinci olmuştu. Kendiliğinden ve sürekli bir şekilde herkes hayatından memnun ve mutlu gözüküyordu. Bu mutluluğun gerçek kaynağını anlamak ancak orada yıllar geçirdikten sonra mümkün oldu. Her yaştan, cinsiyetten ve meslekten insan Ladakh’ın kendine yeterli ekonomisi içindeki rolünü kolayca görebiliyor, kendisini başkalarıyla kıyaslama gereği duymadan kim olduğuyla ve sahip olduklarıyla barışık bir şekilde hayatını sürdürüyordu.
 
B: O günlerdeki ekonomik yapıyı nasıl özetleyebiliriz?
H: Kendilerini doğanın sahibi üstün bir varlık olarak değil de onun bir parçasıymış gibi gören Ladakhlılar üretebileceklerinden fazlasını tüketmeyen, gıda, barınma gibi temel ihtiyaçları konusunda kendine yeterli bir ekonomi kurmayı başarmışlardı. Doğanın sınırını biliyor ve verecebileceğinden fazlasını talep etmiyorlardı.  Her ailenin yaptığı bir faaliyet olan gıda üretimi günlük işlerin temelini oluşturuyordu. Neredeyse her aile kendi içerisinde, bölge de bir bütün olarak kendine yeterli olarak tanımlanabilirdi. Yine de uzun yıllardır uzak topluluklarla, özellikle Çin ve Hindistan’la ticaret yapılıyor ve Ladakh’ta bulunması mümkün olmayan tuz, bakır gibi ürünler bölgeye bu yolla ulaşıyorlardı. Karşılılığında zanaatkarlarının ürünlerini değiş tokuş ediyorlar ve parayı neredeyse hiç kullanmıyorlardı. Sert iklim koşullarından dolayı ancak 3 ay kadar süren üretim sezonunun ardından yılın geri kalanı tamamen dini törenlere, festivallere ve düğünlere ayrılmış durumdaydı. Emek yoğun olmasına rağmen insanlara oldukça fazla boş ve nitelikli zaman veren bu sistem işsizlik diye bir şeye izin vermiyordu. Herkes, içinde bulunduğu topluma faydalı bir role sahipti, yaptıkları işe dört elle sarılıyorlardı ve mutluydular.

B:- Peki yıllar içinde nasıl bir değişime şahit oldunuz?
H: Hindistan’ın Ladakh üzerindeki tedbirlerini hafifletmesiyle beraber bizim kalkınma ve gelişme dediğimiz hamleler Ladakh’ta da uygulanmaya başladı. Elektrik şebekeleri, asfalt yollar, okullar, modern hastaneler, alışveriş merkezleri... Hepsi bir anda bölgeye sökün etti.  Ekonomi dışa açıldı ve turistler bölgeye gelmeye başladı.  Ben araştırmalarım için bölgeye her yıl tekrar tekrar gittiğimden bu gelişmelerin toplumda yarattığı değişimi çok yakından izleme fırsatı buldum.  Gözlemlediğim kadarıyla kalkınma dediğimiz bu sürecin Ladakh üzerinde iki önemli etkisi oldu: ilki psikolojik ikincisi ise ekonomik.
Bahsedeceğim psikolojik etkiler belki de daha önce hiç bu kadar yakından görülmemişti çünkü Ladakh tarihi boyunca hiç sömürgeleştirilmemiş ve bu denli bir kültürel farklılıkla yüzyüze kalmamıştı. İnsanlar, ama özellikle de gençler, turistlerin dış görünüşlerine, yayınlanan reklamlara ve filmlere bakarak kendilerinin geri kalmış olduğunu düşünmeye başladılar. Onlar kadar sıkı çalışmayan, daha fazla şeye sahip olan ve akıllarının almayacağı kadar çok parası bulunan insanlar olarak gözüküyorlardı Ladakhlılara gösterilen yüzleriyle. Bu, Ladakhlıların kendilerini gerçek olmayan bir dünya ile kıyaslayıp aşağı görmelerine ve akabinde mutsuz hissetmeye başlamasına yol açtı. Bunu bana en sade şekliyle özetleyen şey ilk gittiğim yıllarda köydeki en fakir evi bana göstermesini istediğimde “Burada hiç fakir yok ki” cevabını veren bir Ladakhlıyı birkaç yıl sonra sonra gezdirdiği bir turiste “Ah! Bir bilseniz biz Ladakhlılar nasıl fakiriz, lütfen bize yardım edin” derken görmem olmuştu. Oysa ki ne oturduğu ev ne yediği yemekler... Hayatında değişen birşey yoktu kendisine olan bakışı dışında.   
Ekonomik olarak ise yerel ekonominin çöküşüyle sonuçlanan etkiler oluştu. Bölge bir anda yerel üretimin rekabet edemeyeceği kadar ucuz ürünlerin akınına uğradı. Bu ürünler ucuzlardı çünkü devletler ve şirketler teşviklerle, vergi indirimleriyle, uluslararası ticaret anlaşmalarıyla çok uzak mesafelerden taşınan malların komşu köyde üretilenlerden çok daha ucuz olmasını sağlayabiliyorlardıdu. Yerel bir üretici olarak bu muazzam baskıya nasıl dayanabilirsiniz ki? Ladakh’takiler de dayanamadılar zaten. Yerel ekonomi kısa bir süre içerisinde çözülmeye başladı ve insanlar köylerini, tarlalarını bırakıp şehir merkezlerine doğru akmaya başladılar.
Bu yoğunlaşma ve daha önce kullanılmayan yakıtların ekonomiye dahil olmasıyla beraber çevre kirliliği büyük bir sorun olmaya başladı. Eskiden neredeyse kendinden parladığını iddia edebileceğim, gördüğüm en temiz hava kirli gazlarla, kurumla dolmaya, kısıtlı olan su kaynakları da kullanılmaz hale gelmeye başladı.

helena norberg-hodge kapitalizm üretim ve dünya 1


B: Bahsettiğiniz psikolojik etkiler insanları tüketim alışkanlıklarında da değişikliğe yol açtı mı?
H: Ladakh’a ilk gittiğimde karşılaştığım sağlıklı toplum yapısında insanlar kendilerini başkalarıyla mukayese etme durumunda değillerdi. Toplumda yalnız ve yalnız kendileri oldukları için saygı gördüklerini biliyorlar, bundan kaynaklı bir kendine güven duygusu içinde yaşıyorlardı. İnsanlar böyle bir ortamda neden gerçekten ihtiyaçları olmayan ürünleri tüketmek istesinler ki? Bugün insanları tüketime sevk eden his kabul edilmeme, dışlanma korkusu. Eğer tüketmezlerse içinde bulundukları toplum tarafından kabul görmeyeceklerini zannederek en yeniyi, en büyüğü, en gösterişliyi almaya çalışıyorlar ama bunun sonu yok. Bu durum Ladakhta da kendisini gösterdi. Yaratılmış ihtiyaçlar, kasıtlı olarak kısa ömürlü üretilen ürünler, moda, reklamlar... Bunların hepsini tüketimin asla bitmeyecek bir koşuşturma haline getiriyor. Ladahklılar, özellikle de şehirlere göç edenler kendilerini bu koşuşturmanın ortasında buldular.

B: İnsanın doğası gereği açgözlü olduğu ve sorunların bundan kaynaklandığı sıkça öne sürülen bir görüş.
H: Ladakh’ın işbirliğine dayanan eski ekonomisinde, bu açgözlülükten eser yoktu. Ne zaman ki yerel ekonomi ve toplumsal bağlar çözülüp güven duygusu yerini belirsizliğe bıraktı, açgözlülük yükselişe geçti. Kaybettikleri güveni ancak para biriktirerek geri kazanabileceklerini düşündüklerinden açgözlü hale geliyor insanlar. Maddi ihtiyaçları bir kenara koyarsak belki de tek gerçek ihtiyacımız içinde bulunduğumuz toplumda sevgi, saygı görmek. Bu ihtiyaçlar beslenmediğinde sevilmek için son moda kıyafetleri, en yeni cep telefonlarını almanız gerektiğini düşünen bir hale gelirsiniz ve bunları elde edebilme ümidiyle açgözlü olur çıkarsınız, yoksa geride bırakılacağınızı söyler bir içinizden bir ses. Ladakh’ta da olan buydu.
 
B: Ladakh’ta olanları küresel ekonominin bölgeye girişiye ilişkilendiriyorsunuz. Siz küresel ekonomiyi nasıl özetlerdiniz?
H: Bugünün ekonomisi yalnızca çok uluslu şirketlerin kârlarının gözetildiği büyük bir ağ. Bu şirketler her tür kısıtlamanın karşısındalar ve devletler üzerinde öyle baskılar kuruyorlar ki kanunlar neredeyse kendileri yazıp her geçen gün daha serbest hale geliyorlar. Sermayelerini ve iş yapış şekillerini ülkeden ülkeye rahatça taşıyabildikleri bu sistem çoğu ülke ekonomisi için bir felaketle sonuçlanıyor, çünkü bu dev şirketler verdiklerinden fazlasını almak için gelirler, ödeyebilecekleri en düşük vergiyi öderler ve küçük şirketleri batıracak kadar büyük bir güce ulaşırlar. Ticaretin üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını finansın serbestleşmesi izler, yoktan para ve borç var eden bankalar sahneye çıkar. Bu borcun altından kalkabilmek için her ne pahasına olursa olsun büyümek zorundasınızdır. Yerel ekonominin çöküşü ve borçlanmanın artışıyla beraber devletler kendilerini fakirleşmiş ve gerçek üretkenliklerini kaybetmiş halde bulurlar.

B: Bu küreselleşmenin zenginleştirme vaadiyle ters düşen bir durum değil mi?
H: Devletlerin küreselleşme yolunu tercih etmelerinin en önemli nedenlerinden birisi bu hamleyi yapmazlarsa geri kalacaklarını düşünmeleri. Bu davranışı daha önce bahsettiğimiz, toplum tarafından dışlanma korkusu olan bireyinkine benzetebiliriz. Eğer büyük ulaşım altyapılarına, dev enerji santrallerine sahip olmazlarsa uluslararası rekabette geri düşeceklerine inandırılmış devlet yöneticileri! Ama küresel ekonomiye kapılarını bir kere açtıktan sonra görüyorlar ki sistem sadece şirket kârını önemsiyor. İnsanlar daha fazla alışveriş yapıyorlar, yeni şeylere sahip oluyorlar. Ama gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) büyürken doğal kaynakların, kültürün, toplumsal bağların altı yavaş yavaş oyuluyor.
 
B: GSYH toplumun ekonomik gidişatının bir göstergesi mi?
H: GSYH çok sorunlu bir ölçüt. Bugünkü sistemin değişmesini istiyorsak yapabileceğimiz en acil ve önemli işlerden birisi GSYH’nin gerçekten ne olduğunu insanlara anlatmak. Çünkü birçok insan GSYH’nin artışının tartışmasız bir şekilde iyi olduğunu düşünüyor. Şunu fark etmemiz lazım. Para değiştokuşuna neden olan herşey ama herşey GSYH’nin büyümesi anlamına gelir. Bir köyün su kaynakları temizse ve orada herkesin içme suyuna ücretsiz bir şekilde erişimi varsa bu büyük bir zenginliktir ama aynı durum GSYH için kötüdür. Ne zaman ki su kaynaklarını kirli hale getirip insanlara şişelenmiş su satmaya başlarsınız, o zaman GSYH artar ve ekonomik olarak kalkınmış sayarsınız kendinizi. Aynı şey gıda için geçerli. İnsanlara kendi gıdalarını yetiştirmeyi unutturup onlara kilometrelerce ötede yetişip işlenmiş gıdaları sattığında da artar GSYH. İnsanların bu sağlıksız gıdalardan hasta olup, satın almak zorunda kaldıkları ilaçlara bağımlı olarak yaşamaya başlamaları da GSYH için iyidir. Hırsızlık vakaları, kömür madenlerinin çalışması, trafik kazaları gibi kime sorsanız kötü olarak adlandırılacak şeylerin ekonomi için iyi sayılmasında bir tuhaflık yok mu? Daha da önemli olanı eskiden toplumsal bağlar sayesinde para değiştokuşuna konu olmayan şeylerin de artık ekonominin bir parçası oluşu. Ailenizin büyüklerinin huzurevlerine ödenen ücretler, sizin bebeğinize baksın diye bir bakıcıya ödediğiniz para... Bunlar gerçekten iyi şeyler mi durup düşünmemiz gerekiyor.
   
B: Küreselleşme, çatışmaları da bitireceğini iddia ediyordu oysa bugün sürekli yeni çatışma alanları oluştuğunu görüyoruz.
Yerel ekonomiler çöküp nüfus, para ve güç merkezileştikçe merkezde bulunanlar kendilerine benzer olanları kayırmaya başlıyorlar. Bu kimi coğrafyada ırk üzerinden kendini gösteriyor, kimi coğrafyada inanç. Kısıtlı sayıdaki para kaynağı için bitmeyen bir güç mücadelesi var. Oysa dağınık sistemlerde böyle bir rekabet ortamı olmadığı için farklılıklar bir arada hiçbir sorun yaşamadan yüzyıllar boyu beraber olabilmişlerdi. Ladakh’ta bunu da gördüm. Yüzyıllardır yanyana yaşamış Budistler ve Müslümanlar son 15 senede mahallelerini ayırmak zorunda kaldılar, ölümler yaşandı. Bunu görmek çok acıydı.
Çatışma artışının bireysel bir sebebi de var. İnsanların kendilerine olan saygılarını ve yeterliliklerini kaybetmesine neden olan ekonomik bir sistem içinde özellikle erkekler tepki olarak şiddete başvuruyorlar. Bu şiddet, “öteki” olarak adlandırabileceğiniz kişi ya da kişiler kimse ona yöneliyor. Göçmenler, farklı dine sahip olanlar, çoğu zaman da kadınlar. Kadına yönelen şiddetin artışının da temelinde bu ekonomik çözülmenin yattığını iddia ediyorum.

B: Bunları aşıp sizin deyiminizle “mutluluğun ekonomisine” geçmek için değiştirmemiz gereken şey nedir?
Ekonominin küreselleşmesinin ve büyük şirketler yararına kontrolsüzleşmesinin önüne geçmemiz gerekiyor. Bu şirketler uluslararası ticaret anlaşmalarıyla, yeni yönetmelik ve kanunlarla, teşviklerle öyle büyük bir rekabet avantajına sahip oluyorlar ki girdikleri yerel ekonomideki küçük ve orta ölçekli oyunculara yaşama şansı bırakmıyorlar. Bu konudaki algının değişmesi için işte bu ticaret anlaşmalarının gerçekten ne anlama geldiğini anlatmamız gerekiyor. Anlayışımız öyle şartlandırılmış ki... Haberlerde uluslararası bir ticaret anlaşması için bir araya gelen tarafların anlaşmazlığa düştüklerini duyduğumuzda sanki bir barış görüşmesi olumsuz sonuçlanmış gibi üzülüyoruz. Bilmiyoruz ki o anlaşma imzalanırsa yerel geçim kaynakları zayıflayacak ve dışa bağımlılık artacak.  Ticaretin tamamen ortadan kalkması gerektiğini ya da teknolojiye sırtımızı dönmemiz gerektiğini savunmuyorum. Anlamamız gereken şey önceliği küresele değil yerele vermemiz gerektiği. Eğer yerelde üretilmesi mümkün olmayan bir ihtiyaçtan bahsediyorsak ya da seri olarak üretilmeleri kısıtlı kaynaklar açısından daha iyi olacak bir ihtiyaç varsa bunlar ticarete konu olabilir ama gelgelelim gıda, balıkçılık, orman ürünleri gibi konularda yerel olandan uzaklaşmak bizi bir felakete sürüklüyor. Bu sadece ekonomik ya da ekolojik bir felaket değil; insanları yalnızlığa, mutsuzluğa ve şiddete yönlendiren sosyal bir felaket. Dünyanın her yerinde diller, kültürler ve farklılıklar küreselleşmeye kurban ediliyor.
Bu anlattıklarımı ve çözümü en iyi açıklamabileceğim örneğin gıda olduğunu düşünüyorum. Gıda hepimizin hergün ihtiyacı olan belki de tek ürün. Ama küresel ticarete konu edildiği ve tarımın kontrolü çokuluslu dev şirketlerin eline verilmek istendiği için bugün müthiş bir israf ve kirliliğe katlanıyoruz. Gıdaların bir otomobil parçası üretilirmişcesine fabrika bantlarından çıktığı, herşeyi verimlilik adına standartlaştırmaya çalıştığımız bir dünyadayız, ama bu doğaya ters. Doğa çeşitlilik barındırır ve bu zenginlikle döngüsünü devam ettirir. Eğer siz paketleme makinalarına uygun olması için tüm havuçları aynı boy üretir, biçerdöverle rahat kesilsin diye buğdayların boylarını kısaltırsanız doğanın tersine gitmiş olursunuz. Artık araştırmalarla da sabit bir durum var. Küçük ve çeşitlilik içeren çiftlikler büyük monokültür üretim yöntemlerine göre çok daha fazla gıda üretmek potansiyeline sahip. Bu çiftlikler verimlilik adına ortaya çıktığında cevaplayabildikleri tek soru daha az insanla nasıl gıda üretileceği sorusu oldu. Aynı alanda daha fazla gıda üretmek gibi bir başarısı olmadı monokültür üretimin.
Durumun özeti şu. Şirketler tarafından yönetilen ve monokültür üretime dayanan küresel gıda ticareti yerel ekonomilerin yok ediyor, toprağı zehirliyor, erozyona neden oluyor, küresel iklim değişikliğini hızlandırıyor. Tek bir hata ile tüm bu saydıklarına neden oluyoruz. Tüm bunlar bu kadar açıkken yapmamız gereken de kendiliğinden ortaya çıkıyor: Yerel gıda üretimini, yerel ekonomileri yeniden canlandırmak ve zenginliği baştan tanımlamak. Bir insanın zenginliği soluduğu nefesin, içtiği suyun temizliği, kendisini saran sağlıklı toplumsal bağları ile ölçülmeli, sahip olduğu eşyalar ve para ölçüsünde değil.

B: Böyle bir çözüm öne sürdüğünde geriye gitmek istemekle suçlanıyor insan.
Bu durumu bir kitabımın adında özetlemeye çalışmıştım: Geçmişteki Gelecek. Geçmişimizden öğrenip, geleceğe aktaracağımız çok şey var. Topluluk olarak yaşamak, kuşaklar arası iletişimden beslenmek, toprağa yakın olmak... Hepsi genlerimizde var. Tüm bunları biliyorken kendimizi şehirlere hapsettik. Sonuç: yalnızlık, mutsuzluk, depresyon... Bütün belirtiler ortada. Kesinlikle evrime zıt bir hayata zorluyoruz kendimizi. Ama bu hayatın kendilerine mutluluk getirmediğini görenler arasında yeni bir bilinç oluşuyor. İnsanlar yeniden çiftçiliğe dönüyor, ekoköyler kuruluyor, yerel gıdaya olan talep artıyor. Dünyanın dört bir yanında, özellikle gençler, yeniden toprağa, gerçek üretime dönüyor ve böyle bir yaşamın getirdiği enerjiyle harika işler yapıyorlar. Bunlar geri değil kesinlikle ileriye giden insanlar.

B: Nasıl bir mücadele yürütmeli?
H: Ekonomik okur yazarlığı arttırmalı, büyüme uğruna neler feda ettiğimizi açıkça dillendirmeliyiz. GSYH, uluslararası anlaşmalar, vergiler ne işe yararlar tartışmalıyız. Farklı mücadelelerin birbirleriyle ekonomik sistem üzerinden bağlı olduğunun farkına varıp onları bir araya getirmeliyiz. Bunları yapanları tanımlamak için kullandığım bir tabir var: büyük resim aktivistleri. Hepimiz bir büyük resim aktivisti olmalıyız. Ekonominin değiştirilmesi için ortak bir mesaj oluşturduğumuzda her şey daha kolay olacak. Yereli merkeze koyan bir ekonomi talep etmemiz gerekiyor. İnsanların kendilerine yeterli bir ekonomik düzen kurmaya ve ancak sağlıklı ekonomik ve toplumsal bağlar içerisinde bulabilecekleri güven duygusuna ihtiyaçları var. Bunu başaran herkes mutluluğun ekonomisine adım atmış olacaktır.

Helena Norberg-Hodge Kimdir?
İsveçli bir dilbilimci, yazar ve film yapımcısı olan Helena Norberg-Hodge küreselleşme ve kalkınma karşıtı düşüncenin öncülerinden birisidir. Hindistan’ın Ladakh bölgesindeki çalışmaları neticesinde 1986 yılında Alternatif Nobel Ödülü olarak da bilinen Doğru Yaşam Onur Ödülü’nü (The Right Livelihood Award) almaya hak kazanan Norberg-Hodge,  Ancient Futures (1991), From the Ground Up: Rethinking Industrial Agriculture (2001) ve Bringing the Food Economy Home (2002) kitaplarının yazarı, Economics of Happiness ve Learning from Ladakh filmlerinin yapıcısıdır. Halen yürüttüğü çalışmaları ile ilgili bilgi almak için http://www.localfutures.org