Tüm dünyadaki bilinen hayvan türlerinin yüzde onundan fazlası ve tüm balık türlerinin yüzde 50’si bu alanlarda yaşar. Yeryüzünün yaşam döngüsü için hayati öneme sahip nehirler ve göller gibi tatlı su kaynakları üzerinde başta tarım ve yapılaşma olmak üzere birçok baskı var.
Pek çoğumuz yaşam kaynağımız suyu barajlardan musluklarımıza gelen sonsuz bir kaynak olarak algılıyoruz. Kolayca erişilebilir gördüğümüz suyun değerini de ne yazık ki barajlardaki su seviyeleri alarm verdiğinde fark ediyoruz. Oysa su, uzun ve zorlu bir serüvenden geçerek, önce dağların zirvesindeki kaynaklardan beslenen, ormanlarda düzenli akışa geçen, sulak alanlarda ve yeraltı kaynaklarında birikerek bize ulaşan doğal kaynağımız. Bir zamanlar kurutulması gereken bataklıklar olarak görülen sulak alanların değeri yeni yeni anlaşılıyor; oysa göl, nehir, delta gibi geniş yelpazedeki sulak alan ekosistemlerinin çok çeşitli işlev ve değerleri bulunuyor.
Sulak alanlar, biyolojik çeşitlilik için hayati öneme sahip. Tatlı su habitatları, tüm dünyadaki bilinen hayvan türlerinin yüzde 10’undan fazlasını ve tüm balık türlerinin yüzde 50’sini barındırır. Aynı zamanda tatlı su depoları ve karbon yutaklarıdır. Özellikle turbalık ve ormanlık sulak alanlar karbon emicileri olarak çok büyük öneme sahip. Dünya yüzeyinin yaklaşık yüzde 6’sını kaplarken dünyadaki karbonun yüzde 14,5’unu tutan sulak alanların tarım alanlarına dönüştürülmesi işte bu nedenle büyük miktarda karbondioksitin açığa çıkmasına neden oluyor. Sulak alan ekosistemleri, yeraltı sularını besler, taban suyunu dengeler, su rejimini düzenler, sel ve taşkın felaketlerinin yıkıcı etkilerine engel olur, erozyon ve sediment kontrolü yaparak toprağı korur. Küresel iklim değişikliği ile birlikte Türkiye’de de yaşanmakta olan aşırı hava olaylarının yol açtığı afetlerin kontrolünde kıyı sulak alanlarının işlevi çok önemli. Sulak alanlar ayrıca sürdürülebilir balıkçılık, sazcılık ve turizm imkânları ile yerel ekonomiye de katkı sağlar. Sulak alanların bu işlev ve katkıları, uzmanlar tarafından “sulak alanların ekosistem hizmetleri” olarak tanımlanır. Ancak tüm bu işlev ve değerlerine karşın sulak alanlar, dünyada birçok yerde olduğu gibi, ülkemizde de ne yazık ki hızlı bir kayıp ile karşı karşıya. WWF-Türkiye’nin 2021 raporuna göre yapılaşma, kirlilik, kurutma, aşırı kullanım gibi çeşitli sorunlar nedeniyle son 300 yılda, dünyadaki sulak alanların yüzde 87’si, 1970’ten bu yana ise yüzde 35’i yok oldu.

Büyük nehirler üzerindeki barajların, başta balıklar olmak üzere sucul yaşamı olumsuz etkilediği, özellikle alabalık gibi göç eden türlerin ekolojilerini bozduğu ve akarsu ekosistemine uyum sağlamış canlıların bu alanlardan yok olmasına neden oldukları biliniyor. Bir balıkçı, Kayseri’deki Yuvalı Barajı göletinde topladığı kuru dalları atıyor kıyıya. Fotoğraf: Mert Gökalp
WWF’in 2022 yılı Yaşayan Gezegen Raporu’na göre, yaban hayatı popülasyonlarında 1970’ten bu yana ortalama yüzde 69'luk bir düşüş yaşanırken, en büyük azalma yüzde 83 ile sulak alan türlerinde meydana geldi. Su kıtlığı durumunu tanımlamak için dünya genelinde Falkenmark indeksi kullanılıyor ve bu endekste ülkeler, kişi başına düşen yıllık su miktarına göre “su sorunu olmayan”, “su sıkıntısı olan”, “su kıtlığı olan” ve “mutlak su kıtlığı olan” ülkeler olarak sıralanıyor. Türkiye şu an kişi başına düşen yıllık 1.346 m³ su miktarıyla “su sıkıntısı olan” bir ülke. TÜİK verilerine göre nüfusumuzun 2030 yılında 100 milyona ulaşacağından hareketle kişi başına düşecek yıllık su miktarımızın 1.120 m³ olması öngörülüyor. Yani artan nüfus ve büyüyen kentlerimizle ne yazık ki “su fakiri” olma yolunda hızla ilerliyoruz. Ayrıca ülkemizin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası’nda iklim değişikliğinin etkilerini, ortalama sıcaklıkların artması, yağışların azalması ve kuraklık şeklinde yaşıyoruz. WWF'in gerçekleştirdiği Su Riski Filtresi çalışmasına göre de küresel ölçekte su riski yüksek şehirlerin arasında Türkiye'den 10 şehrimiz yer alıyor: İstanbul, Ankara, İzmir, Gaziantep, Diyarbakır, Bursa, Mersin, Konya, Adana ve Antalya. Bu illerimizin hem ülkemizin toplam tarımsal ve sanayi üretimine etkilerini hem de nüfus yoğunluklarını ortaya koyduğumuzda, bu riskin güçlü etkileri olabileceği de zihnimizde canlanacaktır.
Su kaynaklarının yönetiminde ve kentleşme, tarım, gıda, üretim, enerji gibi farklı kullanım alanlarında doğayı ve doğanın korunmasını göz ardı eden ve sürdürülebilir olmayan kullanım biçimlerimiz, şu an karşı karşıya olduğumuz kuraklık riskini ve daha da ciddi ve sistemli bir şekilde ele almamızı zorunlu kılıyor. Su kaynaklarımızın kalitesindeki düşüşler de alarm veriyor. Sanayi üretiminden kaynaklanan kirliliğin önlenmesi, özellikle Ergene, Büyük Menderes, Marmara gibi sanayinin yoğun olduğu nehir havzalarımızda acil ele alınması gereken konular olarak karşımıza çıkıyor. Büyük Menderes Nehri, Eğirdir Gölü, Bafa Gölü, Tuz Gölü, Gediz Deltası, Uluabat Gölü, Beyşehir Gölü, Eber Gölü, Burdur Gölü ve Göksu Deltası kirlilikten etkilenen sulak alanların sadece birkaçı. Kirlenen su kaynakları geçim kaynakları suya bağlı olan çok sayıda insanı ve bu ürünlerin tüketicisi olan bizleri, yani bir zincirin halkaları gibi her birimizi doğrudan etkiliyor.

Sulak alanlar, kentleşme, sanayi, tarım, enerji gibi alanlardaki kullanımlar nedeniyle kirleniyor. Gediz Deltası, kirlilikten etkilenen sulak alanların sadece biri. Oysa Gediz, onlarca su kuşu türünün evi; barındırdığı biyo-çeşitlilik açısından uluslararası öneme sahip bir sulak alan ve dünyadaki en büyük flamingo kolonilerinden birine ev sahipliği yapıyor. Fotoğraf: Alper Tüydeş
Ülkemizde sulak alanların ekosistem hizmetlerini olumsuz etkileyen, diğer bir deyişle, ekolojik işlevlerini kaybetmelerine etken konuların başında tarımsal sulama geliyor. Türkiye’de tatlı suyun yüzde 73’ü tarımda kullanılıyor; yıllık 44 milyar metreküp olan toplam su tüketimimizin 32 milyar metreküpünü tarımda sulama oluşturuyor. Tarımsal faaliyetler için kaynaklardan aşırı su çekilmesi ve suyun verimli kullanılmaması gibi nedenlerle birçok tatlı su ekosistemi, ekonomik ve ekolojik değerini yitirmekte. Tarımda su genellikle açık kanallarla araziye getirilip tava ve karıklarla alana aktarılıyor. Bu uygulama sırasında suyun bir kısmı daha tarlaya ulaşmadan kanallardan buharlaşma veya sızıntılarla kayboluyor. Etkin ya da verimli bir sulama için, suyun açık kanal ya da kanaletler sistemiyle araziye iletilmesi yerine kapalı borularla iletilmesi şart. Kapalı borular, damla sulama yönteminin uygulanmasını mümkün kılmakla birlikte, açık kanallarla iletilen suyun buharlaşarak kaybolmasını da önlüyor.

Göl, nehir, delta gibi geniş yelpazedeki sulak alan ekosistemlerinin çok çeşitli işlev ve değerleri bulunuyor. Türkiye’nin üçüncü büyük gölü Beyşehir, denizden 1.125 metre yükseklikte ve yaklaşık 745 kilometrekareye yayılıyor. Bu tatlı su gölü içinde sayısı otuzun üzerinde irili ufaklı ada var. O adaların etrafında, içinde ve derininde, bilinen ve bilinmeyen, görülen ve hiç görülmemiş doğal güzellikler gizli. Fotoğraf: Ali Ethem Keskin
Tarımda suyun verimli kullanılması, uygulanan sulama yöntemine bağlı. Türkiye’de hâlen sulanan alanların yüzde 97’sinde suyu verimsiz kullanan yüzeysel sulama yöntemi uygulanmakta. Damla sulama gibi su tasarrufu sağlayan yöntemlerin kullanım oranının düşük olması, tarımsal üretimde aşırı su kullanımına neden olurken bunun sonucunda su temininde önemli rolü olan birçok tatlı su ekosistemimiz, ekonomik ve ekolojik değerini yitirmekte. Damla sulama yöntemi ile ortalama yüzde 50 su tasarrufu sağlanabileceği varsayımı ile tarımsal sulamada tamamen bu sisteme geçebildiğimiz takdirde ülkemizde her yıl toplam 16 milyar metreküp su tasarrufu yapmak mümkün. Bu da 80 milyona yakın nüfusa sahip Türkiye’de, bir yılda yaklaşık 3 yıllık evsel su tüketiminin tasarruf edilmesi anlamına geliyor.

Sulak alanlar tatlı su depoları ve karbon yutaklarıdır. Biyolojik çeşitlilik için de hayati öneme sahip alanlardır. Doğanın doğal akışınıysa unutmamak gerek. Kış aylarında buz donan Beyşehir Gölü’nün yüzeyinde gezinen sakarmeke (Fulica atra) kuşları bazen ayaklarının buza yapışması yüzünden yaşamını yitirebiliyor. Fotoğraf: Cansu Kabakçı
Tarımda su kullanımının oluşturduğu risklerin en bariz gözlemlediği yerlerden biri Konya Kapalı Havzası. Havzadaki su kaynaklarının yüzde 88’i tarımsal üretimde kullanılıyor. Belirlenen su rezervi 2,4 milyar m³ iken, fiili kullanım yılda 4 milyar m³ seviyesinde. Bu durum, Konya Kapalı Havzası’nda yeraltı suyu rezervlerinin sürekli düşmesine neden oluyor. Mevcut durumun devam etmesi halinde, 2025 yılından sonra yeraltı suyu çekiminin uygun olmayacağı belirtilmekte. Bu durum, başta tarımsal istihdam olmak üzere, Türkiye ekonomisine önemli katkıları olan Konya Kapalı Havzası’nı ciddi ölçüde etkileyecek. Temmuz 2021’de Havza’da yer alan Tuz Gölü’nde susuzluk nedeniyle toplu flamingo ölümleri görüldü. Tuz Gölü, yeraltı sularının kontrolsüz yönetimi ve usulsüz yapılan su bentleri ile kurumakta; alan, akarsuların üzerine kurulan barajlar nedeniyle artık sadece yağmur suları ve drenaj kanallarından beslenebilmekte. Bu durum Türkiye’de sadece Gediz Deltası ve Tuz Gölü’nde üreyen flamingo türünün popülasyonunda büyük kayba neden oldu. Türkiye’deki şeker pancarı üretiminin yüzde 35’ini gerçekleştiren Konya Kapalı Havzası’nda uzun bir süreden beri yaşanan su kıtlığı bölgede tarımla geçimini sağlayan çiftçiler üzerinde de tehdit oluşturuyor.

Türkiye’de ilk barajın yapıldığı 1930’dan günümüze 414,906 hektarlık su yüzeyine sahip baraj yapılmış. Bunların 185,106 hektarı Fırat Nehri üzerinde. Oysa bir barajın ömrü ortalama 50 yılken bir nehir coğrafyayı binlerce yıl besliyor. Fırat Nehri üzerindeki Keban Barajı’nın inşasıyla oluşan göl, Elazığ’ın Ağın ve Keban ilçesinin kıyılarını oluşturuyor. Fotoğraf: Mahmut Orhan Alkaya
Yanı sıra 2007 yılında Türkiye’de yaşanan kuraklığın etkileri en çok tarım sektöründe kendini hissettirmiştir. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin çalışmasına göre, o yıl yaşanan kuraklığın tarıma faturası 5 milyar TL iken İç Anadolu, Ege ve Marmara en çok zarar gören bölgeler oldu. 2007’de yaşanan kuraklıkla birlikte tarımda yüzde 7,3 küçülme meydana geldi.
Tarımsal faaliyetlerin su kaynaklarıyla doğrudan ilişkisi ve iklim değişikliğine karşı hassasiyeti, sektörü suya bağlı risklere daha açık hale getirmekte. Tarım sektöründe ileriye dönük planlanmalar yapılırken, su kaynaklarına ve değişen iklim koşullarına bağımlılığın mutlaka dikkate alınması gerekiyor. Türkiye’de sulama yöntemlerinin damla sulama gibi su tasarruflu yöntemlere geçmesi, sulak alanların ekosistem hizmetlerini korumaya katkı sağladığı gibi, çiftçilerin de iklim değişikliğinin özellikle kuraklık gibi etkilerine karşı bir nevi sigorta hizmeti görür. Özetle, sulak alanların işlev ve değerleri üzerindeki tehditler, yani tatlı su ekosistemleri üzerindeki insan faaliyetlerinden kaynaklı su kıtlığı ve sularımızdaki kirlilik yükü gibi durumlar, biyolojik çeşitlilik, bireyler ve iş dünyası için ortak bir risk konumunda. Bu nedenle karar vericiler, bireyler ve tüm sektörler olarak doğamızı koruyarak suyumuza sahip çıkmamız gerekiyor.
*Eren Atak, WWF Tatlı Su Ve Sulak Alanlar Program Müdürü
**S. Gökçen Karaduman, WWF Tatlı Su Projeleri Uzmanı