Türkiye’de son yıllarda sayıları artan yangınlarla ilgili kamuoyunda çok fazla bilgi kirliliği mevcut. Yangın yönetimi ile ilgili ABD Oregon Eyalet Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yapan Doç. Dr. Okan Ürker’e Türkiye’nin birçok bölgesinde çıkan yangınlarla ilgili aklımıza takılan soruları, özellikle de doğru bildiğimiz yanlışları sorduk.
Bir yangın coğrafyası olan ABD'nin Oregon Eyaleti'nde yangın yönetimi üzerine çalışıyorsunuz. Yangın yönetimi başlıklı bir bilim dalı mı var? Okurlarımıza biraz bu bilim dalının içeriğini anlatabilir misiniz?
Aslında yangın bilimi demek daha uygun olacak. Yangın bilimi, ormancılık disiplini içerisinde orman yönetiminin bir alt bileşeni olarak ele alınıyor. Bünyesinde yangın ekolojisi, yangın risk bilimi, yangın yönetimi, yangınla mücadele, restorasyon, yangın sosyolojisi, iklim adaleti gibi çok kapsamlı konular mevcut. Bir yangın coğrafyasında yerleşik olan Oregon Eyalet Üniversitesi, Orman Fakültesi de yaklaşık 150 yıllık geçmişinde yangın bilimini hep ön planda tutmuş saygın ve öncü araştırma kurumlarından birisi. Burayı tercih etme gayemi basitçe şöyle özetleyebilirim; Türkiye henüz mega yangın çağının başlarındayken, Kuzeybatı Pasifik Amerika ise bu kompleks süreci yaklaşık 20-30 yıldır deneyimliyor. Bu deneyim sonucunda da onlarca yeni politika aracı veya çözüm uygulaması üretildi. Ülkemin bu yeni süreci 20-30 yıl yaşayıp deneyimlemesini beklemek yerine, ben de -sosyolojik süreçleri de dikkate alarak- yangın yönetimi açısından Türkiye’nin faydalanabileceği politika stratejileri, yönetim araçları, bilgi paketlerinden uygun olabilecekleri karşılaştırmalı biçimde yerinde araştırıyorum.
“Yangının kendisi değil, yol açtığı sonuçlar iyi veya kötüdür!” Bu cümlenizi bize biraz açıklayabilir misiniz? Yangının iyisi nasıl olur?
Yangın veya ateş yerküremizde karasal bitkilerin ortaya çıkışıyla beraber kabaca yaklaşık 400 milyon yıldır gözlenen doğal bir olgudur. Ateşi genellikle yıkımın bir aracı olarak görürüz, ancak gerçekte “doğa” için gerekli değişimin bir aracıdır. Ateş bir enerji formunu diğerine dönüştürür. Karasal bitkiler ışık enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürüyorken, ateş de bu kimyasal enerjiyi ısı enerjisine dönüştürüyor. “İyi-kötü” sorunuza insanlık üzerinden yanıt vermeye çalışayım. Ateş, barınağınızı ısıtmada veya yemeğinizi pişirmede kullanırken iyi, vücudunuzun bir noktasını yaktığınızda veya barınağınız alev alıp kül olduğunda ise kötü bir şeye dönüşüyor. Doğada da milyonlarca yıllık süreçte yangına adapte olmuş ekosistemler için ateş hayati bir ihtiyaçken, yangını pek fazla deneyimlememiş ekosistemler için yıkıcı bir etmen olabiliyor. Son yıllarda yangına uyum sağlamış ekosistemlerde, iklim değişimi ve insan faktörünün kümülatif etkisiyle yangın rejimleri de şiddetlenme eğiliminde bir değişikliğe gidiyor. Bu ani değişim de habitat mozaiklerini ortadan kaldırması, meşcere çeşitliliğini azaltması, toprak tohum bankaları ve sürgün verme gibi yenilenme stratejilerini sekteye uğratması sonucu yıkıcı bir etkiye yol açıyor. Öte yandan, milyonlarca yılda bu tarz katastrofik dönüşümleri on binlerce kez yaşamış olan doğanın kendisine soracak olsak, iyi veya kötünün ne olduğu da iyice belirsiz hale gelecektir. Biz insan-doğa ilişkisi üzerinden devam edecek olursak, yangın bilimi alanında çalışan araştırmacılar aynı zamanda hem insanoğlunun hem de doğanın değişen bu yeni yangın koşullarına yönelik adaptasyonu nasıl sağlayabileceğine ilişkin araştırmalarına devam ediyor.
Kamuoyunda son yıllarda küresel iklim değişikliğinin de etkisiyle Türkiye’de çıkan yangın sayısının artığıyla ilgili genel bir kanı var. Sizce durum nedir? Son 50 yılla karşılaştırdığımızda bir artış söz konusu mu? Kentlerin, köylerin sınırlarının genişlemesiyle insan kaynaklı nedenlerle yangınların arttığını söyleyebiliyor muyuz?
Evet, sadece ülkemizde değil, dünyada bizimle benzer enlemleri paylaşan Akdeniz Tipi Ekosistemlere sahip birçok farklı yangın coğrafyasında da sayıları ve şiddetleri itibarıyla yangınlar artış eğilimi gösteriyor. Dediğiniz gibi ana etmen küresel iklim değişiminin yarattığı trendler ki bunun altında da kimilerinin Antroposen veya 6. Küresel Yok Oluş olarak adlandırdıkları günümüz insan uygarlıklarının dominant üretim-tüketim sistemlerinin yattığı aşikardır. Sayılarla okurları boğmak yerine, bu ani değişimlerin doğadaki canlı-cansız varlıklar üzerinde uyum kapasitelerini sekteye uğratarak kompleks ve katastrofik sonuçlara yol açtığını söylemek daha uygun olacaktır.
Bir yangının başlayabilmesi için oksijen, yakıt ve ısı gerekir. Doğal koşullarda yıldırımlar, ana ısı kaynağı görevini görüyordu. Ancak günümüzde yangınların neredeyse % 90’ı insan kaynaklı çıkıyor. İnsan nüfusunun aşırı artışı, yanı sıra bu nüfusun dünya genelinde artık insan-doğa veya kent-kır ara yüzlerinde sıkışmaya başlamış olması kaçınılmaz olarak yangınların da daha fazla sayıda, daha fazla noktada çıkmasına yol açıyor.
“Yangını yangınla yönetme politikasına geçmeli, elimizdeki mevcut yangın yönetim bütçesini de bu minvalde sürdürülebilir biçimde yeniden pay etmeliyiz!” diye belirtiyorsunuz? “Yangını yangınla söndürmek” kulağa epeyce ürkütücü geliyor. Bu cümleyle ne demek istediğinizi açıklayabilir misiniz?
Esasen bana “yangınla savaşma”, “yangınla mücadele” kavramları daha ürkütücü geliyor. Doğal bir fenomen olan ve yüz milyonlarca yıldır yaşanan bir doğa olayını nasıl oluyor da yok edebileceğimizi veya kontrol altına alabileceğimizi düşünüyoruz aklım almıyor. Az önce söylemiştim; bir yangının başlayabilmesi için oksijen, ısı ve yakıt gerekir. Yangın başladıktan sonra seyrini ve şiddetini topoğrafik ve klimatolojik koşullar ile yine ortamdaki yakıt belirler. Eğim, bakı, yükselti, ana kaya, rüzgâr, oksijen, hava nemi, sıcaklık gibi doğal koşulları değiştiremeyeceğimiz için başarılı yangın yönetimi ancak yakıt yükü kontrolü ile mümkündür.
Aşağıdaki tablo ve grafiğe bakacak olursanız, varsayımsal bir noktada 40 yıl boyunca agresif yangın söndürme uygulaması yaptığınızda, yakıt yükünü artırarak daha şiddetli yangınlara zemin hazırlamış oluyorsunuz.
40 yıl boyunca sadece yangını baskılamak yerine düzenli yakıt yükü kontrolü yapıldığında, bir başka deyişle her yangın sezonu öncesinde sıklık bakımı, otlatma yönetimi, diri örtü temizliği yapıldığında şiddetli ve yıkıcı yangın için gerekli olan ortamı da yok etmiş oluyorsunuz. Buna kontrollü yakmayı da dahil edince sistem daha da direnç kazanıyor.
Öte yandan, geçen yılın aynı dönemi ile karşılaştırıldığında, söndürme yatırımları artmasına rağmen, bu yıl daha fazla, geniş alanda ve daha fazla can-mal kaybına yol açan yangınların varlığı sadece klimatolojik koşullardan değil esasen yakıt yükünün aşırı artışından kaynaklıdır. Dünya yangın yönetimi literatüründe “yangın borcu” olarak bilinen bu durum basitçe, yangının aşırı baskılanması sonucu ormanda artan yakıt yükünün sonraki senelerde söndürülmesi mümkün olamayan çok daha şiddetli mega yangınlara dönüşmesidir. Ülkemizde olduğu gibi dünya genelinde de 1980’li-90’lı yıllardaki söndürme eforu ve teknolojisi o anki yangın rejiminde başarılıyken şu an yeni gelişen rejime karşılık hem etkisiz kalıyor hem de kümülatif ölçüde yakıt yükünü aşırı artırarak kısır döngüyü besliyor.
Yangını yangınla söndürmekten kastedilen şey ise, yangının yıkıcı etkilerini önleyip yangını faydalı bir hale dönüştürebilmek amacıyla, yangın öncesinde veya yangın sırasında planlı ve kontrollü biçimde belirli mıntıkalarda, bilinçli olarak düşük şiddetli örtü yangınları gerçekleştirerek yakıt yükünü azaltmaktır. Tekrar vurgulamakta fayda görüyorum; bu teknik televizyonlarda gördüğünüz devasa orman yangınlarından çok daha farklı, küçük parsellerde düşük şiddetli örtü temizliği yapan kısa süreli yakmalardır. Reçeteli yakmalar, kontrollü yangınlar, geleneksel ve kültürel yakma gibi farklı başlıklar altında karşımıza çıkan bu teknikler aslında on binlerce yıldır insanoğlunun yeryüzünde uyguladığı primitif koruma ve yaşam yöntemlerinin günümüze uyarlanmasıdır.
Örneğin, ABD’ndeki yerli topluluklar doğanın belirlediği takvime sadık kalarak binlerce yıldır gıda üretimi (mantar ve sürgün veren bitkilerden yararlanma), küçük tarım alanları oluşturma, av hayvanlarından faydalanma, orman içi açıklıklar oluşturma yoluyla habitat çeşitliliğini artırma, barınak ve alet yapımı, dini ritüeller gibi birçok farklı fonksiyonu sağlama amacıyla yangını bir yönetim aracı olarak günümüzde de kullanıyor. Avustralya’da Aborjin topluluklarının benzer deneyimleri ilgili orman servisi tarafından kendi yangın yönetimlerine aktarılıyor. Ülkemizde de kökleri neolitik döneme uzanan düşük şiddetli bir örtü yangını tekniği olan kadim anız yakma kültürü buna örnek verilebilir.
Batı Oregon'da yerli toplulukların ormanlarında uyguladıkları geleneksel yakma tekniklerini anlamak için yangın tarihçesi çalışmaları yapılıyor. Yerli ormanında geleneksel yakma sonrası gözlenen, yaprakları sepet dokumada, kökleri yaraları tedavi etmede kullanılan ayı otu (BatıXerophyllum tenax) bölgedeki ormana bağımlı yerli topluluklar için yaşamsal öneme sahip.
Öte yandan, ABD Orman Servisi (USFS) şu an yangın söndürme işçilerini ve uzmanlarını hem su hem de ateşle söndürme yapabilecek şekilde eğitmiş durumda ve güncel mevzuatını da bu minvalde güncelledi. Özel ormancılık yapan aileler ve şirketler de kendi ormanlarında özellikle son beş yıldır artan bir ivmeyle kontrollü yakma yöntemlerini başarılı biçimde uyguluyor. USFS hali hazırda edinmiş olduğu bu deneyimi dünyadaki yaklaşık 50 farklı ülkenin orman servisleriyle uluslararası iş birliği protokolü yoluyla paylaşıyor. Yakın zamanda Orman Genel Müdürlüğü’müzün de böylesi bir iş birliğini hayata geçirmesi yolunda her iki kurum yetkilileri ile irtibat halindeyim.
Düşük de olsa uygulama aşamasında meteorolojik koşullardaki ani değişimlere bağlı olarak planlanan noktaların dışına kaçma riskinden dolayı, kontrollü yakma birçok ülkede kuşkuyla karşılansa da yol açtığı avantajlar daha ağır bastığından, bu riskler göz ardı edilmekte veya sübvanse edilmektedir. Bu tarz riskleri minimize edebilmek adına, düşük ve orta riskli yerlerde yangın öncesi kontrollü yakma, yüksek riskli yerlerde ise sıklık bakımı, otlatma ve diri örtü temizliği tercih ediliyor. Yangın sırasında ise karşı ateş gibi teknikler çok etkili oluyor ki bu teknik OGM tarafından da uzun yıllardır gerektiği anda başarılı biçimde tatbik ediliyor. Tabii tek bir doğru yok, bunların sentezlerini çalışılan noktanın spesifik özelliklerine göre de uygulayabilirsiniz.
Yangın sezonu sonrasında hava koşullarının uygun olduğu dönemlerde, yakıt yükünü azaltma amaçlı uygulanan düşük şiddetli örtü yangınları şeklinde tatbik edilen kontrollü yakmalar.
Ülkemizde Ağustos 2024’de yaşanan son yangınlardan örnek verecek olursak, İzmir-Karşıyaka’da devam etseydi çok daha ciddi bir insani krizle sonuçlanması kaçınılmaz olan büyük yangının yaşandığı bölümlerde, esasen sıklık bakımı ve otlatmanın yanı sıra, riskin düşük olduğu dönemde kontrollü yakma ile yakıt yükü düşürülmüş olsaydı katastrofik bir yangınla karşılaşmayabilirdik.
İzmir'in Karşıyaka ilçesinde 15 Ağustos'ta çıkan ve rüzgarın etkisiyle yerleşim yerlerine sıçrayan orman yangının Avrupa Birliği'nin (AB) Copernicus uydu izleme sistemindeki görüntüsü.
“Washington, Kaliforniya, Oregon gibi yangın coğrafyalarında artık söndürme politikası/bütçesi yanan her noktaya değil, Kent-Doğa arayüzleri ile yangına adapte olmamış ekosistemlere kaydırılmıştır. Yangınla evrimleşmiş ekosistemlerde ise yangına fırsat tanınmaktadır.” diyorsunuz. Yangın coğrafyası nedir?, Yangınla evrimleşmiş ekosistem nedir? bize bu kavramları açıklayabilir misiniz? Örneğin Türkiye bir yangın coğrafyası mıdır?
Yangın coğrafyası basitçe oksijen, ısı ve yakıt gibi yangını başlatan unsurların, uygun topoğrafik ve klimatolojik koşullar ile çakıştığı yerleri sembolize etmektedir. Akdeniz Tipi Ekosistemler olarak da ifade edilen bu coğrafyalar, genellikle sıcak, kurak yazlara ve ılıman, yağışlı kışlara adapte olmuş bitki ve ilişkili hayvan türlerinden oluşan biyomlardır. Bu biyomlar, Akdeniz çevresindeki kıyı bölümlerinde, Batı Avustralya'da, Afrika'nın güney ucunda, Güney Amerika’da Şili boyunca, ABD'nin Kuzeybatı Pasifik bölümünde ve Meksika'nın Baja Kaliforniya bölgesi boyunca gözlenir. Yangın, bu coğrafyalardaki bitki türlerinin milyonlarca yıllık süreçte adapte olduğu yaygın bir ekolojik tetikleyicidir. Akdeniz tipi ekosistemler, iklim değişikliğinin ve arazi kullanım değişikliğinin kümülatif etkisiyle alışageldiği koşullardan çok daha farklı değişen bir yangın rejimiyle karşı karşıyadır.
Tabii ki bu tanımlardan dünyanın başka noktalarında yangınlar veya orman yangınları yaşanmıyor anlamı çıkmasın. Örneğin, Sibirya, Alaska, Kanada gibi coğrafyalarda son yıllarda milyon hektarlık devasa alanlarda etkili olan zombi yangınlar olarak da bilinen turbalık yangınları (bu yangınlar turbalıklarda aylarca hatta yıllarca toprak altında devam eden yangınlar olup, son yıllarda ibreli ormanları da etkilemeye başlamıştır) iklim değişimine bağlı artış göstermeye başlamıştır. Bu coğrafyalardaki devasa yangınlar, küresel boyutta duman problemi oluşturmakla beraber, hatırı sayılır karbon salımının yanı sıra turbalıklar kendini ormanlar gibi daha kısa sürede yenileyemeyeceği için çok daha karmaşık ve küresel boyutlu bir probleme dönüşmektedir.
Yangın coğrafyası terimi ile yangına bağlı müdahaleleri özümsemiş ve buna ilişkin doğadaki koşullara uyum sağlama yeteneği geliştirmiş ekosistemlere vurgu yapılıyor. Yoksa örneğin, ülkemiz Akdeniz kuşağında 1000 metrenin üzerindeki karaçam, göknar, ardıç, sedir ormanlarında veya İç Anadolu, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Trakya, Karadeniz bölgelerimizdeki meşe, karaçam ve hatta sarıçam-göknar ormanlarında dahi yangınlar gözlenebilmektedir. Ancak bahsettiğimiz bu mıntıkalarda yangın çok daha nadir ve düşük şiddetli örtü yangınları şeklinde görülmekteydi. İklim değişimi ve yoğun insan müdahaleleri sonucu bu mıntıkalarda da son 10 yıldır hem sayı hem şiddet olarak yıkıcı etkileri yüksek yangınları görmeye başladık. Örneğin, 2021 Mega Yangınları sırasında Köyceğiz’deki Sandras Dağı’nda 1800 metre yükseltilere kadar ulaşan yangın, bu bölgedeki karaçam-ardıç ormanları ile Alpin kuşağın temsilcisi birçok endemik otsu bitki türünü de etkilemiştir. Eğer bu yangın kontrol altına alınmasaydı, Kartal Gölü Tabiatı Koruma Alanı içerisinde yer alan yaklaşık 2000 yaşlarındaki doğal yaşlı karaçam ormanının geri dönüşsüz biçimde etkilenme tehlikesi çok yüksekti. Bu noktada, söndürme eforunda strateji değişikliğine nasıl gitmeliyizi tartışmak daha efektif olacaktır.
1800 metrelerdeki ardıç-karaçam ormanlarına kadar sirayet ederek, bu tarz noktalar için geleceğe yönelik ekolojik soru işaretleri yaratan "2021 Köyceğiz Büyük Yangını"ndan sonrası. Köyceğiz yangını 29 Temmuz 2021’de başlayan yangın 12 Ağustos günü kontrol altına alınmıştı.
Artık yalnızca ülkemizde değil, dünya genelinde de agresif söndürme politikasının hem maddi hem de ekolojik olarak bir kısır döngü oluşturduğunu görebiliyoruz. Oregon Eyaleti’nde Orman Genel Müdürlüğü’nün (OGM) eşleniği kurum ODF, birkaç yıl evvel söndürme maliyetlerini artık karşılayamadığı için iflas edecek iken, eyalet yardımları ile son anda yapılandırmaya gidilerek kurum bir nevi kurtarılıyor. Akabinde artık sizin de belirttiğiniz gibi bir kırılma anı yaşayarak yangın söndürme araçları ve bütçesi yanan her noktaya değil, Kent-Doğa arayüzleri (kırsal yerleşimler, şehirlerin orman ile temas ettiği noktalar vs.) ile yangına adapte olmamış ekosistemlere (yukarıda bahsettiğim Kartal Gölü Tabiatı Koruma Alanı’nda yer alan 2000 yaşındaki karaçam ormanları gibi sahalar veya Akdeniz kuşağı boyunca 1000 m üstünde gözlenen sedir-karaçam-göknar ormanları ile Alpin kuşak çayırlarımız ülkemizden örnekler sayılabilir) kaydırılmıştır. Yangına uyum sağlamış bir ekosistemde çıkan bir yangın, eğer insan unsurlarını etkileyecek bir mıntıkada değilse, o kısımda uzaktan takip yapılarak yangının kendi kendine sönmesi bekleniyor. Bu tarz mıntıkalarda örneğin, kızılçam ormanları için ülkemizde 100-150 yaşını geçkin artık az sayıdaki orman topluluğu, yangın sığınma noktaları olarak kabul edilmeli ve söndürme eforu buralarda yoğunlaştırılmalıdır. Hatta bu tarz özel alanlara “yangın koruma alanı” statüleri de verilebilir, zira bu tarz alanlar yakın gelecekteki değişimlere karşılık doğanın sigortası görevini üstlenecek yangın ekolojisi açısından önemli noktaları temsil etmektedir.
“Yangın şiddetlendikçe yangın şeritleri, yol ağları açmak gibi önlemler artık terk ediliyor.” diyorsunuz. Bu cümlenizi biraz açıklayabilir misiniz? Bugün Orman Genel Müdürlüğü’nün (OGM) yaptığı yangınla mücadele yöntemlerinde bir eksiklik söz konusu mu? Ya da daha farklı müdahaleler yapılabilir mi?
Yukarıda kabaca yeni gelişen mega yangın rejiminden ve gerekçelerinden bahsettik. Mega yangının yaşandığı bir mıntıkada aşırı yakıt yükü saatte 70-80-90 km hızlara varan rüzgârla karşılaşınca maalesef bu tarz sönümlendirme noktalarının -düşük ve orta şiddetli yangınlarda halen etkili olabilir iken- pek bir etkisi olmuyor. İnsan ve makine gücü de ancak bölgeden kaçmada veya mal-mülk korumada işe yarıyor. Öte yandan, bir mega yangının çekirdek zonunda 5000 0C gibi muazzam enerjiye sahip bir sıcaklık gözlemeniz artık pek olası. Bu da o noktaya dünyanın en modern ve teknik uçak filosunu dahi gönderseniz çözemeyeceğiniz bir unsura dönüşüyor. Orman Genel Müdürlüğümüz de çok köklü ve kıymetli bir kurumumuz. İşçisinden şefine, Daire Başkanı’ndan Genel Müdürü’ne hepsi işini özveriyle yapan saygın bir camia OGM. Uyguladıkları yangınla mücadele yöntemlerinde de kapasitelerinde de bir eksik göremiyorum. Ancak, mega, kompleks ve katastrofik yangınlara yönelik henüz pek fazla bir deneyimimiz yok. Dolayısıyla, sorduğunuz soruyu artık değiştirmemizin zamanı geldi. Yangınla mücadele yöntemini, yangının bütüncül yönetimine doğru dönüştürmeliyiz.
Türkiye’de çarpık biçimde devam eden kontrolsüz anızlar katastrofik yangınlara yol açıyor. Anız yakımını yasaklamak yerine, ulusal bir yönetim planı ile faydaya dönüştürmek mümkün.
Esasen burada daha temel bir konuyu ele almalıyız. Orman Mühendisliği disiplininin veya Orman Mühendisi’nin kendisi iyi veya kötü değil, ona sorulan sorulara karşılık üretilen yanıtların yol açtığı sonuçlar iyi veya kötüdür. Yaklaşık 100 yıl önce ülkemizde teknik ormancılığa geçerken ekonomi odaklı bir soru olan “nasıl kalem gibi orman inşa ederiz?” sorusunu sorduğumuzda, bugünkü mega yangınlara giden yolu da açmış olduk. Bu soruya yanıt üretirken, yörüklerin kadim keçi otlatma kültürünü ormandan dışladık ve yakıt yükünü artırdık, orman köylüsünün geleneksel ekolojik bilgisini yok saydık, yine kadim anız yakma kültürünü sistemden dışladık (Maalesef tüm Türkiye’de çarpık biçimde devam eden kontrolsüz anızlar katastrofik yangınlara yol açıyor. Anızı yasaklamak yerine, ulusal bir yönetim planı ile faydaya dönüştürebilmek yine bizim elimizde.), ekosistem fonksiyonları ve insan toplumlarına faydaları çoğu zaman orman asli türlerinden daha fazla olan maki ve frigana gibi Akdeniz Ekosisteminin temel unsurlarını tek tip kızılçam plantasyonlarına (orman ekosistemi değil) dönüştürerek krizi daha da tetikledik. Yaşar Kemal’in 1950’li yıllara ait “Yanan Ormanlarda Elli Gün” isimli röportaj kitabının sayfalarını biraz karıştırdığınızda bu dönüşümün nasıl olduğunu kolayca anlayabilirsiniz.
Ekolojik krizlerin tam ortasında, bundan sonraki gelecek 100 yılımız için de aynı soruyla devam edemeyeceğimiz ortada. Artık soruyu sürdürülebilir ekonomi, ekoloji ve sosyolojiyi birlikte gözetecek şekilde doğadaki hızla değişen koşullara karşı hassas, dirençli, direngen ve uyumlu, çeşitlilik arz eden ekosistemlere nasıl destek olabiliriz diye sormakta fayda olacaktır. İşte o zaman günümüzün değerli orman mühendisleri, geleceğimizin teminatı torunlarımıza ve eşsiz Anadolu doğasına çok kıymetli bir hazine bırakabilecek.
Konumuza geri dönecek olursak, dünyada mega ve kompleks yangınlar, yangın risk uzmanları ve yapay zekâ aracılığıyla potansiyel operasyonel varsayım birimleri üzerinden, (söndürme tedbirleri de alınarak) yangını yangınla yönetme araçları kullanılarak faydaya dönüştürülebiliyor. Bu yaklaşımın mega yangın yönetiminde başarılı bir şekilde kullanımına örnek olarak; çalışma arkadaşlarımdan Yangın Risk bilimi Uzmanı Chris Dunn’ın iki yıl evvel Kuzey Kaliforniya’da çıkan Six Rivers Yangını sırasında ekibiyle birlikte geliştirmiş olduğu anlık uygulamaları verebilirim. Bahse konu yangın mahali, riskli bir bölge olduğu için yangının mega yangına dönüşmesinden çok evvel, bölgede etkilenmesi olası insan yerleşimleri, topoğrafik koşullar ve doğal-yapay sınırlar, yangın ekolojisi ve davranışı, yakıt yükü, agresif söndürmenin etkisi olarak gelişen önceki yangın borcu, vejetasyon ve meşcere dinamiklerinin hepsi dikkate alınarak Potansiyel Operasyonel Varsayım Birimleri hali hazırda oluşturuluyor.
Yangına hangi koşullarda, nereden, nasıl ve ne kadar müdahale edilebileceği de bu birimler dikkate alınarak önceden belirleniyor. Yangının öngörülmeyen yeni mevcut değişimine yönelik riskleri de yönetebilmek adına aynı alt havza sınırları gibi risk ve yönetim zonları poligonlara ayrılıyor. Böylece saatlik veya günlük gelişimler takip edilerek karar verme stratejileri de yenilenmiş oluyor. Bu sayede Six Rivers yangınları mega yangından kompleks yangına dönecekken, hava koşullarının bir noktada yağışlı gitmesi sonucu bölgedeki paydaşların da onayı alınarak kontrollü yakma teknikleri ve kültürel yakma teknikleri birlikte uygulanarak yangının ortasında bir yangın mozaiği ortaya çıkıyor. Bu sayede de hem mega yangının kompleks yangına dönüşümü önleniyor, hem de yanan alanın ortasındaki yanmamış büyük zon sonraki yıllarda yansa dahi etrafı yanmış olduğundan, başka bir mega/katastrofik yangın çıkarma olasılığı ortadan kalkıyor.
Kamuoyunda Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yangın söndürme uçaklarının yetersiz olduğuyla ilgili de yaygın bir görüş var, siz bu konu da neler söylemek istersiniz? Uçak filomuz yetersiz mi? Daha fazla yangın söndürme uçağımız olsa yangınları yayılmadan daha fazla mı söndürebilirdik? ya da su yerine kimyasal maddeler mi atılmalı?
Bu soruyu yukarıda yeterince yanıtladım sanırım. Mega yangın rejimlerinde bunların pek etkisi olmuyor. Sadece insan yerleşimlerinde can-mal güvenliğini sağlamak adına destek unsuru olarak işe yarıyorlar ki filomuzu ne kadar artırıp çeşitlendirirsek tabii ki o kadar iyi. Ancak bu noktada sadece söndürme politikasına sıkışıp kalmamamız gerektiğini yinelemek isterim. Örneğin, geçtiğimiz sene Dünya Bankası Grubu’nun beş kuruluşundan biri olan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası’nın (IBRD) 400 milyon ABD Doları tutarındaki kredisi ile finanse edilen Türkiye İklime Dirençli Ormancılık Projesi (İDOP) adındaki bir yangın yönetimi projesini OGM, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti adına hayata geçirmeye başladı. Projenin amacı yeni şekillenen yangın rejimine yönelik ormanlarımızın dirençli hale getirilmesi. Ancak projenin bütçelendirmesine baktığımızda büyük oranda yangın söndürmeye yönelik operasyonel güçlendirmeye yatırım yapılacağı, ekosistemlerin direngenliğinin artırılmasına yönelik veya toplumun yangına hazır, yangınla uyumlu yaşamasına yönelik faaliyetler içinse bu dönüşümleri sağlamaya yetmeyecek çok daha kısıtlı bir bütçenin ayrıldığı anlaşılmaktadır. Maalesef bu tarz iyi niyetli yatırımlar içerisindeki bütçe kalemlerinde dönüşüme gidilmediği takdirde, yine bahse konu agresif söndürme odaklı yakıt yükünün artmasına katkıda bulunarak uzun vadede mega yangınların etkisi de artabilecektir.
Proje detayları için: https://www.idop.com.tr/wp-content/uploads/2023/06/ESMF_Tr.pdf
Öte yandan, siz ne kadar fazla yangınla savaşıp %99,9 oranında başarı sağlasanız da gözden kaçan veya kontrol edilemeyen tek bir yangın bile harcadığınız tüm emeklerin boşa gitmesine sebep olabiliyor bu yeni yangın rejiminde. Sırf bu neden bile bizlere yangın mücadelesine ayrılan bütçenin büyük kısmını artık yangın sırasında söndürme yerine, yangın çıkmadan önce yakıt yükünü kontrol etmeye ayırmamız gerektiğine işaret etmiyor mu?
Yangınla ilgili doğru bildiğimiz yanlışları düzeltmek ve Türkiye’nin durumunu daha iyi kavrayabilmemiz için bize durumu daha detaylı anlatabilir misiniz?
Yakın gelecekte Türkiye’de yangınların sayı ve şiddet olarak nereye doğru evrileceğine dair hususları yukarıda detaylıca ele aldık kanaatindeyim. Tekrara düşmemek adına dilerseniz kısaca kavramlardan bahsederek ülkemizin pozisyonunu daha iyi anlayalım.
Bilimsel bir kavram olmamakla beraber insanların zihninde daha çarpıcı yer tutması amacıyla bilinçli olarak türetilen mega yangın terimi, tipik olarak 100.000 dönümden (10.000 hektar veya 100 kilometrekare) fazla alanı kaplayan yangın formu olarak tanımlanmakta, yüksek sıcaklıklar ve kuraklık nedeniyle her geçen gün hızlanmaktadır. Bu formdaki yangınları kontrol altına almak son derece zor olup, ne kadar yüksek teknolojiye, insan ve makine-teçhizat gücüne sahip olunması fark etmeksizin bir noktadan sonra -insan yerleşimlerindeki can-mal güvenliğini sağlayacak tedbirlerin haricinde- kendi seyrine bırakılmaktadır. Küresel Orman İzleme Örgütü (Global Forest Watch), 2019'da dünya çapında 1 kilometrekareden büyük 4,5 milyondan fazla yangın tespit etmiştir. Bu rakam, 2018'dekinden 400.000 daha fazla ve 2001'dekinin iki buçuk katı fazla yangın anlamına geliyor. Dünyanın en yıkıcı 500 mega yangınının neredeyse tamamı - yüzde 96'sı - son on yılda olağandışı sıcak ve/veya kuru havaların yaşandığı dönemlerde meydana geldi (UNEP, 2023).
Popüler inanışın aksine, gerçekte mega yangınlar milyonlarca yıllık doğa tarihi açısından yeni bir olgu değildir. Tarım toplumuna geçişle birlikte kontrol edilemeyen yangınları gelişen teknoloji ile birlikte bastırmaya ve/veya yönetmeye başlamadan önce de dünyanın belirli bölgelerinde hali hazırda yıkıcı yangınlar meydana geliyordu. Bununla birlikte, yıkıcı yangınların mevcut oluşma oranı çok daha radikal olup, sürdürülemezdir. Yıkımdan doğrudan etkilenmeyen vatandaşların çoğu için, duman dağıldığında ve gökyüzü yeniden maviye döndüğünde, her şey normale dönmekte ve yangın mevsimi unutulmaktadır. Ancak orman ekosistemi yaşanılanları o kadar çabuk unutmamaktadır. Felaket yaratan orman yangınlarının toprak, hava, su kalitesi ve yaban hayatı habitatı üzerinde uzun vadeli olumsuz etkileri onlarca yıla yayılacak biçimde devam etmektedir.
Dünyanın farklı bölümlerindeki mega yangın rejimleri ile kıyaslandığında, Doğu Akdeniz Havzası’nda tipik Akdeniz Ekosistemlerine sahip olan ülkemiz benzeri coğrafyalarda blok halde 5 bin hektarın üzerindeki ormanlık alanları etkileyen yangınlar için mega terimini kullanmak uygun olacaktır.
Kuzeybatı Pasifik Amerika’da birden fazla mega yangının zaman zaman birleşebildiğine de şahit olunmaktadır. Bu tarz yangınlar ise kompleks yangınlar olarak adlandırılmakta, aylarca devam edebilmekte ve ekosistemde çok komplike tahribatlar yaratabilmektedir. Kontrol altına alınmasalardı 2024 Ağustos’unda yaşanan Aydın-Bozdoğan ve Muğla-Yatağan mega yangınları ülkemizde bunun ilk örneği sayılabilirdi. Mega yangınlar artık sıradanlaşmaya ve daha geniş alanları etkilemeye başlamışken, bir de giga yangınlardan bahsetmekte yarar var. 2017’de Bill Gabert isimli deneyimli bir yangın mücadele uzmanı, Kuzey Amerika’nın popüler yangın haberleşme sosyal medya ağlarından biri olan Wildfire Today’de, “mega yangınlar 1 milyon acrenin (yaklaşık 400 bin hektar) üzerinde alanları etkilerse buna ne demeliyiz?” diye bir soru ortaya atar. Okurlardan “kevin9” rumuzlu birisi de “çok basit tabii ki giga yangın” diye yanıtlar ve literatüre böylece giga yangın terimi de girmiş olur.
Son olarak katastrofik yangınları da açıklamakta yarar var. Yıkıcı, yok edici, felaket anlamlarına gelen katastrofi terimini yangınlara uyarladığımız zaman iki unsurla karşılaşıyoruz; ilki doğada çok şiddetli mega yangınların yangına uyarlanmış veya uyarlanmamış ekosistemlerde yarattığı tahribatlar iken, ikincisi ise şiddeti fark etmeksizin herhangi bir yangının insan yerleşimlerini ve toplumları etkileme derecesidir. Ülkemizde 2024 Haziran ayında Diyarbakır-Mardin sınırında gerçekleşen ve onlarca vatandaşımızın ölümüne neden olan örtü yangınının yol açtığı felaket buna tipik bir örnektir. Bu yangın tipi esasen doğa için zararlı değil aksine faydalı iken, vatandaşlarımızın canlarını kaybetmesi ve mal güvenliğinin sekteye uğraması sonucu “kötü” bir vasfa dönüşmüştür. Bu noktada anız yakmaları ile alakalı yasaklamalar yerine, eğer daha iyi çözüm önerileri varsa onlara da açık olmak kaydıyla, kişisel önerim Devletimizin öncülüğünde -Anız Yangınları İle Mücadele Eylem Planı değil!- bu yangınları kontrollü hale getirecek ulusal çaplı bir yönetim planının hayata geçirilmesi yönündedir.
Kızılçam ağaçlarıyla ilgili de bilgi kirliliği mevcut. Kızılçamları günah keçisi ilan etmek ne kadar doğru?
Dediğiniz gibi özellikle 2021 Mega Yangınları süresince toplumun hemen her kesimi öfke patlamasına varacak derecede kızılçamları günah keçisi ilan etmiş ve bu ormanları tamamen yok edip yerine meyve ağaçları dikilmesini önermişlerdi. Hatta bazı gazetelerin baş yazarları bu ağacın Marshall Yardımları ile ABD’nden 1950’lerde istilacı tür şeklinde yurdumuza bilinçli biçimde sokulduğunu iddia etmişti. İronik olan şu ki örneğin, Marmaris-Turgut bölgesinde yaklaşık 250 yaşında doğal yaşlı kızılçam ormanlarımız da bu yangınlardan etkilenmişti.
Anadolu doğasında milyonlarca yıllık bir evrimsel geçmişe sahip olan kızılçam ağacı, dünyada “Türk Çamı” olarak da bilinmektedir. 20 milyon hektarlık orman varlığımızın yaklaşık 5 milyon hektarı kızılçam ormanlarından oluşmaktadır. Ayrıca, çam koşnili olarak bilinen bir böceğin larvalarının beslenme amacıyla kızılçam ağacının iletim demetlerindeki öz suyundan faydalanması sonucu ortaya çıkan son ürünün arılar tarafından işlenmesi ile oluşan, dünya üretiminin % 90’ı ülkemiz olan eşsiz öneme sahip “Çam Balı” da kızılçam ormanlarımızdan elde edilmektedir. Türkiye dışında Doğu Akdeniz Havzası’ndaki birkaç ülkede çok kısıtlı yayılışını saymazsak neredeyse ülkemize özgü endemik bir tür olarak kabul edebiliriz kızılçamı. İnsanların gözünde Kızılçamın tek suçu hızlıca yanması. Ancak, Akdeniz Tipi Ekosistemlerin tepe türü olan kızılçamın ve ona bağlı şekillenen ekosistemdeki diğer birçok türün kendilerini yenileyebilmesi için yangın zaruri bir araç. Yangın sırasındaki sıcaklık ve/veya duman şoklarına bağlı olarak kızılçam kozalaklarındaki tohumlar çimlenebiliyor, maki ve frigana bitki örtülerine ait toprak altındaki tohum bankaları uyanabiliyor, yangın sonrası ekosistemdeki sürgün veren zeytin, akçakesme, sandal, sığla gibi birçok yanmış ağaç ve çalı, yangının hemen ertesinde hayatına daha güçlü biçimde yeniden başlayabiliyor. Sadece çok şiddetli yangınlar sonucunda bu döngüde bir kırılma söz konusu olabiliyor.
Bunu yazmak bile abes ama, dolayısıyla siz tüm kızılçam ormanını yok edip yerine meyve bahçeleri oluşturmaya çalışırsanız, daha ilk yangın sezonunda diktiğiniz tüm meyve bahçelerini yangına adapte olmadıkları için kaybedersiniz. Her sene yeniden bu bahçeleri oluşturmak için tohum, su, gübre, ilaç takviyesi yapmaya çalışırken toprağı iyice verimsiz hale getirir, sonrasında da 5 milyon hektarlık bir çöle sahip olursunuz.
Sosyal medyada yangın bölgeleriyle ilgili yardım çağrıları yapılıyor, birtakım sivil toplum kuruluşları, fenomenler, yüksek takipçili hesaplar vs yetkililerin yetersiz kaldığını belirtip, insanları yangın bölgelerine yönlendiriyor. Bu tür çağrılar başta müdahale ekiplerinin yangın bölgelerine ulaşmasında gereksiz bir trafik sıkışıklığına yol açmasının ötesinde daha farklı olumsuz sonuçlara da yol açıyor. Sizin bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? Yapıcı, çözüm alıcı hareket ne olmalı?
Öncelikle her kesimden vatandaşlarımızın orman yangınlarına yönelik hassasiyetleri takdire şayan. Ancak bu hassasiyet ve bir şey yapma duygusu, yanlış ve çarpık bilgi ile donatıldığında maalesef 2021 büyük yangınlarında gördüğümüz gibi öfke patlamalarına yol açabiliyor ve aslında hiçbir suçu olmayan kızılçamlar dahi günah keçisi ilan edilebiliyor.
Artık ülkemizin 81 ilinde, yılın 12 ayı boyunca farklı tip, şiddet ve sayılardaki yangınlarla karşılaşabiliyoruz. Dolayısıyla, mutlak surette toplumun her kesiminin yangın öncesi, sırası ve sonrasında ne yapacağını bilecek biçimde hazır olması ve bu minvalde eğitilip aydınlatılması çok önem arz ediyor. Başta OGM, AFAD ve akabinde ilgili STK’lar veya belediyeler tarafından verilen gönüllü yangın ve afet yönetimi eğitimlerine 7’den 70’e katılım çok ciddi yol kat etmemizi sağlayacaktır.
ABD genelinde “yangınla mücadele ve yakıt yükü azaltma eğitimleri” artık su, toprak ve ateşin bir arada kullanılabileceği şekilde güncelleniyor.
Akabinde yangın riski bulunan coğrafyalarda yangın risk haritaları hazırlanmalı, mutlak surette tahliye rotaları belirlenip yerleşimlerin uygun noktalarında vatandaşların her an görebilecekleri noktalarda konumlanmalı, elektrik iletim hatlarının ve trafoların bakım-temizliklerinin yapılması, evlerin-mahallelerin-şehirlerin yangına karşı dirençli hale getirilmesi ve savunma alanlarının hazırlanıp yangın sezonu öncesinde de son kontrollerinin yapılması gerekmektedir. Son olarak tüm yıl boyunca vatandaşlara yangınla ilgili düzenli hatırlatmalar da yapıldığında, yangın özelinde ekolojik okur-yazarlık seviyesi gelişmiş bir topluma erişebileceğimizden bahsettiğiniz bu sorunların da önüne geçilmiş olacaktır. Biliyorum kulağa imkânsız gibi geliyor bu dediklerim ancak süreklilik arz ettiğinde ve hayatın her anında (kafede, sinemada, otobüste, işyerinde, kamu spotlarında ve hatta umumi tuvalette dahi küçük uyarı ve hatırlatmalarla) değişim kısa zamanda kendini gösterecektir. Buna en güzel örneği, beş yıl evvel İzmir’de “karşı ateş” tekniğini uygulayan orman personeline verilen aşırı tepki (darp!) sonrası OGM’nin doğru bilgilendirme ve yönlendirmesi ile neredeyse toplumun her kesiminin konudan haberdar olmasını ve artık bu uygulamayı duyduğunda garipsememesini ve hatta desteklemesini gösterebiliriz.
Oregon'da toplum destekli bir restorasyon çalışma örneği (solda). Yangın riski olan bölgelerde kahve dükkanlarında bile bilinçlendirme çalışmalarımı yapılıyor. Elin yanmaması için bardaklarının üzerine geçirilen karton bantlarda "Yangını sadece sen önleyebilirsin" yazıyor (sağda).
Yetkililerin yetersiz kalmasına yönelik sorunuzu ise “çevre adaleti” ekseninde yanıtlamak daha yerinde olacak. Hemen her ülke yangın yönetimi için kendi çapında bir bütçe ve ekipman ile hareket etmektedir. Sayı ve şiddet olarak artma eğilimi gösteren ve hemen hepsi aynı anda yaşanan bu yeni büyük yangın vakalarında, maalesef mevcut kaynaklar da dağıtılmak zorunda kalıyor. Bu noktada müdahale ve karar verme stratejisi başta yanan alanın ulusal güvenlik, sosyo-ekonomik, jeopolitik, tarihi ve ekolojik açıdan önemine göre değişmekte iken, bazen de kimin sesinin daha çok çıktığına, kimin refah seviyesinin daha yüksek olduğuna göre de değişebiliyor. Örneğin, şu an yaşadığım Oregon Eyaleti’ndeki mevcut verilere baktığımda, yangınlar doğudaki refah seviyesi düşük kesimler üzerinde daha yıkıcı etki gösteriyor iken, söndürme yatırımları ve kaynaklarının eyaletin batısında yangınların çok da büyük bir sorun teşkil etmediği refah seviyesi yüksek yerleşimlerin yakınlarına kaydırıldığını görebiliyorum.
Ülkemizden örnek verecek olursam, 2021 Büyük Yangınları sırasında yoğun biçimde tüm ülke ilgisini turistik açıdan çok önemli olan Marmaris ve Manavgat bölgelerine, bir de enerji arzı açısından büyük öneme sahip olan ve tahrip olduğunda ulusal güvenlik sorununa dönüşebilecek bir Termik Santrale ev sahipliği yaptığından Milas-Ören’e kaydırmıştı. Ancak hiç kimse benzer yangınları yaşayan ve kadim orman havzası olan Muğla-Kavaklıdere’yi konuşmadı, belki de hiç duymadı bile!
Öte yandan, dünyadaki örnekler ile kıyasladığımızda ülkemizin şöyle bir avantajı da söz konusu. Örneğin, tüm arazileri satranç tahtası şeklinde karelere ayrılıp, bir karesi kamuya (Federal) bir karesi bireylere/özele dağıtılmış olan ABD’nde ormanlar tek bir elden değil, federal, eyaletler, şirketler, üniversiteler, yerli topluluklar, STK’lar ve özel aile ormancılıkları şeklinde birden fazla oldukça karmaşık bir mülkiyet yapısı altında yönetilmektedir. Bu durum da bir yangın anında müdahale ve yetki yapısını daha da karmaşık hale getirmektedir. Ülkemiz ormanlarının neredeyse tamamı devlet ormanı vasfında olduğundan, yangın anında daha hızlı karar alma ve uygulama fırsatına sahibiz. Esasen vatandaşlarımızın yangın yönetimine yönelik devletten gelen çağrı ve yönlendirmelere anında reaksiyon vermesi çok fazla yol kat etmemizi hızlandıracaktır.
Yangın sonrası ivedi ağaçlandırma mevzusu var. Bazı STK'lar hemen fidan dikme kampanyası vs yapmaya başlıyor. Bu konu hakkındaki düşüncelerinizi de alabilir miyim?
Agresif söndürme politikamızın bir başka hatalı versiyonu da yangın sonrası ağaç dikme fetişi olarak kendini gösteriyor maalesef! Burada esasen toplumun iyi niyetli amaçları suistimal ediliyor. Öncelikle -eğer çok şiddetli bir yangın yaşanmamış ise- yangına adapte olmuş ekosistemlerde yangının hemen ertesinde zaten sistem kendini yenilemeye başlayacak. Bizim bu noktada tek yapmamız gereken şey, sistemin gelişimini gözleyip gerektiği noktalarda ona restorasyon desteği sunmak. Doğanın bizim yerimize bedavaya yaptığı bir hizmet için neden boşuna kaynak ve zaman harcayalım ki?
Yangına uyum sağlamamış ekosistemlerde ise aktif restorasyon desteğine ihtiyaç duyulması kaçınılmaz olabilir. Bu tarz alanlarda aktif restorasyon uygulanırken, doğal rejenerasyona ağırlık verilmesi en ekolojik yaklaşım olacaktır. Örneğin şu an Kuzey Amerika’daki federal ormanlarda yaşanan mega yangınların sonrasında USFS (kurulduğu tarihte ormanı bir tarım ürünü olarak ele alan yönetim stratejisini artık yangın yönetimi özelinde ekonomik gerekçelerden, ekolojik gerekçelere kaydırarak) neredeyse hiçbir şey yapmıyor, yanmış materyali dahi artık sahadan kaldırmıyor, sadece yangın sonrası yol-can-mal güvenliğini alıyor, ertelenmiş yangın ölümlerini ve sistemin kendi kendini yenilemesini takip etmekle yetiniyor. Daha çok toprak ve su kaybına yönelik önlemler alarak, gerektiğinde çok kısıtlı noktalarda restorasyon takviyesi yapıyor.
Büyük yangınların yaşandığı mıntıkalarda takip eden ilk yağış sezonunda ciddi erozyon vakalarının yaşanması kaçınılmazdır. Eğer siz bu noktalarda yanmış materyali hem de ağır iş makineleri ile komple kaldırıp, toprağı tarla gibi sürüp dümdüz ve çıplak hale getirirseniz maalesef sorunu daha da girift hale getirirsiniz. Maalesef aktif restorasyon uygulamaları çoğu zaman ekosisteme yangının kendisinden daha da fazla zarar vermektedir.
Oregon Eyaleti'nde büyük yangınlar sonrası hiçbir ormancılık müdahalesi görmeyen alanın yangından bir yıl sonraki görünümleri.
Yangın sonrası dikili satış uygulamaları da zaman zaman büyük yangın sahalarında ciddi bir soruna dönüşebilmektedir. Zira işin ehli olmayan kişiler yangını az hasarla atlatan az yanmış veya yanmamış ağaç topluluklarını da ekonomik gerekçelerle kaldırabilmektedir. Yangın sığınma noktaları olarak bilinen bu birimler doğal rejenerasyona sundukları eşsiz katkılardan dolayı, ekolojik açıdan büyük önem arz etmektedir.
2021 mega yangınları sonrasında, ormancılık ve doğa koruma camiasından aklı selim birçok uzmanın ve STK’nın dile getirmesi ve yanı sıra OGM’nin yeni gelişen durumu çabuk idrak edip ona göre pozisyon alması, farklı paydaşlarla bu konuya yönelik çalıştaylar düzenlemesi ve yeni projeler geliştirmesi sevindiricidir. Bu durumun sonucunda, artık yangın sonrası restorasyon uygulamalarında ekolojik fonksiyonlara daha fazla ağırlık verilmeye başlanıldığı da görülmektedir.
Biz de derneğimiz NATURA bünyesinde kıymetli bir araştırma ekibi ile bu senenin başında yangın sonrası ekolojik restorasyona ilişkin faydalı bir rehber hazırlayıp yetkililerle paylaştık. Dileyen okurlar şu linkten rehberi daha detaylı inceleyebilir; https://drive.google.com/file/d/1z7vRu5-1vyLCSvc3-uLAlxXJ6i64ZY4H/view
Bu noktada OGM’nü siyaset üstü bir kurum olarak görmeli ve işini siyasi baskılardan bağımsız biçimde objektif olarak sürdürebilmesine toplum olarak izin vermeliyiz.
Öte yandan vatandaşların doğa, orman ve yeşil sevgisini diri tutmak amacıyla pek ala yanmış alanlarda bilinçlendirme ve restorasyon etkinlikleri yapılabilir. Ancak günübirlik fidan dikme etkinlikleri maalesef doğaya pek fazla bir katkı sunmuyor. Yanlış dikilen fidanların birçoğu kuruyor. Yine Kuzey Amerika’dan bir örnek verecek olursam, İnsan-Kent arayüzlerinde gerçekleşen yangınların sonrasında daha çok 5-10 yıllık restorasyon planlamaları yapılarak, o bölgede yaşayan vatandaşların bu çalışmaları sahiplenmesi ve akabinde erozyon önleme, malçlama-kompostlama, gerektiğinde tohum-fidan takviyesi, sistemin gelişiminin takibi, yaban hayatının izlenmesi, akabinde yangın önleme tedbirlerinin yeniden alınması şeklinde bir döngü üzerinden ekolojik fayda artırılmaktadır.
STK’lar, belediyeler, özel sektör ve ilgili diğer tüm paydaşların yukarıda saydığım restorasyon süreçlerine öncülük etmesi ve destek olması daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Öte yandan, vatandaşlardan fidan dikimi veya drone ile tohum serpmek gibi göz boyayıcı aktiviteler için para toplamak yerine, toplanan bu paralar veya özel sektörün doğa korumaya yapacağı yatırımlar; insan eliyle bozulmuş ve/veya işgal edilip tarlaya, bağ-bahçeye dönüştürülmüş sulak alanlar, çayırlar, meralar, kıyılar ve orman ekosistemlerinin onarımı için bu tarz bozulmuş ve/veya işgal edilmiş sahaları satın alma yoluyla özel korunan alanlara dönüştürme noktasında kullanılırsa daha efektif, kalıcı ve sürdürülebilir çözümlere ulaşılacaktır.