Kaz Dağları, Türkiye’nin en önemli Ultra-Trail yarışlarından Kar Spor İda Ultra’ya ev sahipliği yaptı. Edremit Körfezi’nin büyüleyici manzarası eşliğinde, 600 senelik tarihi olan Yeşilyurt köyünden start alan yarışçılar zeytin bahçeleri arasından geçerek tarihin izinden gittiler.

Dağ ve kış sporlarına gönül vermiş Kar Spor’un ev sahipliğinde Rossist Event organizasyonuyla gerçekleştirilen ve bu yıl altıncısı düzenlenen yarış yaklaşık 1800 koşucunun katılımıyla gerçekleşti.

16 eşsiz köyde zorlu 5 parkur

Yaklaşık 2500 koşucuyu bir araya getiren Kar Spor İda Ultra 16 köyü kapsayan birbirinden zorlu beş farklı parkurda gerçekleşti: Sekizbuçuk 8,5K, Köy Koşusu KOK 15K, Run Zeus RUZ 36K, İda Half Ultra İHU 66K, İda Ultra İDU 110K

Run Zeus RUZ 36K parkuruna Dynafit sporcularından Eli Anne Dvergsdal ve Gabriele Pace katıldı. Eli Anne Dvergsdal, Norveç’ten Dynafit uluslararası sporcusu, Gabriele Pace ise İtalya’dan, ayrıca kendisi Cenova’daki Mountain Shop mağazasının mağaza müdürü.

Sporcular sırasıyla; Yeşilyurt, Adatepe, Narlı, Doyran, Altınoluk, Kızılçukur, Kavlaklar, Tahtakuşlar, Çamlıbel, Güre, Kavurmacılar, Beyoba, Pınarbaşı, Mehmetalan, Zeytinli ve Kızılkeçili olmak üzere toplam 16 köyden geçerek, termalleriyle ünlü Güre Kasabası’ndaki bitiş noktasına vardılar.


Koşmak Bir Düşünce Biçimidir 1

Kar Spor İda Ultra Maratonu Yarış Direktörü Polat Dede’yle Genel Yayın Yönetmenimiz Özcan Yüksek konuştu.

Sevgili Polat, bize buradaki görevinden söz eder misin?

Kar Spor İda Ultra Maratonu’nun yarış direktörüyüm. Beni yarış organizasyon komitesi başkanı gibi de düşünebilirsiniz. İda Ultra Maratonu’nu 2016 senesinde ilk defa kendim düzenledim. Her şeyi bilen adam vardır ya, işte o benim burada. Tam 110 kilometrelik parkurun her santimini ezbere biliyorum. Hangi çamurda hangi hayvan iz bırakmış, onu bile bilirim.


Koşmak Bir Düşünce Biçimidir 2

Kar Spor İda Ultra Maratonu Yarış Direktörü Polat Dede (en solda).


Daha etkileyici bir söz olamazdı doğrusu. Hayvan izlerini bile bilmek!

Yarış direktörü olan kişi bunlara hâkim olmak zorunda. Ayrıca basına da hâkim olmak zorunda. Yani onları bilgilendirmek, duyuruları iletmek, etkinliği anlatmak durumundayım.

Neden sen?

Zamanlama konusuna, elektronik sisteme, hakemlere, sporculara yakın olmak, duruma tümüyle hâkim olmak zorundayım, bu yüzden. Sizin soracağınız anlık sorulara da hâkim olmak zorundayım. Detayları bilen kişi benim.

Hep böyle mi oluyor?

Her yarışta böyle olmuyor. İda biraz kalabalık olduğu için ve uzun mesafeli yarış olduğu için, yarış direktörlüğünü de ben kendim yapıyorum. Tabii bir ekibim var, tek başıma değilim. Beş kişiyiz. Onların da farklı görevleri var. Kayıt masasından konaklamalara, rezervasyonlara, transferlere kadar sorumlular. Biri sahayı organize eder, bir tanesi firmalarla diyalog halindedir. Sponsorluklar da grafik bir alandır. Bizim ekibimizde bir iş bölümü de var ama bunları kontrol eden kişiyim ben, sporcunun dilinden anlayan da kişiyim.

Dilinden anlamak ne demek?

Çünkü bir sporcuyum sonuçta. 45 yaşındayım, ekonomi mezunuyum. Aynı zamanda gümrük müşaviriyim. Yıllarca, daha doğrusu tam 17 sene lojistik sektöründe çalıştım. Yıllarca müdürlük yaptım. Bölge müdürlüğü, ama 2012 senesinde Antalya'ya yerleştikten sonra lojistik işini de bıraktım.

Ben yine başlangıca gitmek istiyorum. Nasıl başladın?

Otellerde doğa sporları rehberliği yapmaya başladım. Ondan sonra da bir şekilde açık hava organizasyon işlerine girdim. Nasıl girdim ben de bilmiyorum ama girdim ve bu işin aslında benim işim olduğunu o zaman anladım.

Nasıl anladın?

Nasıl anladım biliyor musun? Her şey, kafanızda taşları yerleştirebilmekle alakalı. Yani çok ince detaylarla. Hani ölüm size ipuçları verir, kalbiniz çeker ya, ondan sonra bir yerde bir şey görürsün. Yani seni uyarır aslında ölüm. Bu da öyle bir şey. Bazı mihenk taşları veriliyor size. O taşları birleştirebilirseniz gerçekten görüyorsunuz. Diyorsunuz ki, ama ben bulmuşum zaten.

Aynı zamanda Türkiye Dağcılık Federasyonu'nda Yüksek Dağ Kurulu Başkanlığı yapıyorum. On bir yaşında bir oğlum var. Adı da Rossi.

Her koşucu kendi yaşamını en başından en sonuna değin koşar. Yani yaşamın kendisi bir koşudur. Büyük bir koşu. Ben böyle düşünüyorum. Kimisi bu koşunun farkındadır, kimisi pek farkında değildir. Ama o da koşar gider. Ultra koşucusu içgüdüsel olarak bunu biliyor olmalı. Yani ille de bunu söylemesi yapması gerekmiyor, içgüdüsel olarak biliyor olmalı. Öyle değil mi? Onlarla uzun yıllar koşunun başlangıcında ya da bitişinde birlikte olduğun koşucunun duygularını merak ediyorum. Senden bunu dinlemek istiyorum Polat Dede.

Koşunun tam dibine girmeyeyim ama evet. Aslında koşmak demeyelim biz ona. Yani koşu sporu ile koşmak farklı şeyler. Evet, futbolda da koşuyorlar. Atletizm, branşlarından bir tanesi sonuç olarak. Koşu aslında bir kültür. Bunu dünyada ve Avrupa'da rahatlıkla görebiliyoruz. Nesilden nesile aktarılan bir kültür. Yürüyüş de bir kültür. Ama bu kültür bizim ülkemizde maalesef yok.

Nasıl yok?

Bu kültür daha ülkemizde oturmadı. Son on sene öncesine kadar hiç yoktu. Ben kendi adıma konuşuyorum. 1997 senesinde dağcılığa başladım, Karadeniz Teknik Üniversite Dağcılık Kış Sporları Kulübü'nde. Hatta şu an kulüp kurucumuz Dağcılık Federasyonu Başkanı. Ben de Dağcılık Federasyonu'nda bir kurulunun başkanlığını yapıyorum. Başkan bey bize bunu layık gördü sağ olsun. Dağlarda yürümeyi öğrendik biz. Ama hani bir laf var ya, bakmakla görmek arasında fark vardır. Yürüyüşle de yürümek arasında fark var aslında. Biz yatay, horizantal yürüyoruz. Bir de dikey yürüyüş var.

Güzel bir ayırım.

Üniversitede Reşat Hocamız manevi babalarımızdan biriydi. Reşat Hoca’mın bir lafı vardı, onu söyleyeyim. Kendisi fotoğrafçıydı, derdi ki her fotoğrafçı dağcı olamaz ama her dağcı bir fotoğrafçı olabilir. Biz de derdik ki ona, neden? Çünkü siz bizim gidemediğimiz yerlere gidiyorsunuz. Biraz kendinizi geliştirirseniz bizde olan güç sizde de oluşacaktır ve böylelikle, bizim göremediğimiz yerleri de fotoğraflama şansına sahip olacaksınız. Ben sizi karıncalara benzetiyorum. Karda birbirinin ayak izine basarak yürüyen karıncalar gibisiniz dedi. On kilometre karda yürürken sadece tek bir iz görürüm ben derdi, yukarıdan baktığımda.

Reşat Amca bilgeymiş.

Reşat Hoca’mla tanışmanızı isterdim. Bize aslında yürüyüşün kültürünü o öğretti. Sokaklarda yürüdüm, kumsallarda yürüdüm, hep yürüdüm. Yürüyüş çok farklı bir mantık. Yürüyüşün bir ahengi var, bir postürü var.

Ne anlama geliyor postür dediğin?

Dağda yürüyüş farklı bir şey, batonlu yürüyüş farklı bir şey, yokuş aşağı yürüyüş farklı bir şey. Yani şehirde yürüyorsunuz sonuçta.

Arazide yürümenin inceliklerini, kurallarını söyle Magma okurlarına. Gerçi Magmacılar çoğunlukla biliyordur.

Dengeleri bilmeniz gerekiyor. Hangi taşa basacağınızı bilmeniz gerekiyor. İnerken hangi vücut şeklini alacağınızı bilmeniz gerekiyor. Çıkarken vücudunuzun şekli, batonu tutuşunuz. Bunları da bilmeniz gerekiyor. Onun için dağcılık bize çok şey kattı ve koşu kısmında da durum aynen böyle. Yani bizim ülkemizde son on sene öncesine kadar oluşmamıştı yürüme kültürü. Buna da bizim katkımız var demiyorum, illaki oluyordur ama özel organizatörler bu işe girdikten sonra işler farklı boyutlara ulaştı. Nasıl ki bizden önce sadece kulüp bazında bir spor eğitimi alınıyormuş. Yani insanlar spor yapmak için, koşmak için bir kulübe girmek zorunda hissediyor kendini. Ama biz sektöre girdikten sonra, yani koşu yarışları düzenlemeye başladıktan sonra insanlar aslında bunun bir kulüp öncülüğü değil de bir sosyal hayat, bir grup işi olduğunu anlamaya başladı.

Ne oldu?

İnsanlar koşarak birbirleriyle tanışmaya başladı. Hırs ve egolarını ortadan kaldırdılar. Siz bir kulüpte eğitim alırsanız sizi milli takımlara, milli takım kamplarına, olimpiyat seçmelerine hazırlarlar ve o baskıyı üzerinizde hissedersiniz. Ama burada bir baskı yok. Siz de gördünüz. İnsanlar eğlenmeye geliyorlar, eğlenmek için koşmaya başladılar zaten, yeni insanlarla tanışmak için de koşuyorlar. Herkesin tek bir hedefi var, kendiyle olan yarışı.

Ödülü nedir koşmanın, yürümenin?

Bana hep şunu sorarlar: Ödül veriyor musun? Hayır vermiyorum. Bu adam niye koşsun, manyak mı? Yüz on kilometre koşuyor mu diye sorarlar. Derim ki ben de, onun savaşı kendisiyle, kendini geçmek istiyor. Sadece gündüz vakitlerinde koşulan bir yarış da değil bu. Ultra maratonda gece de koşuluyor. Yağmurda da koşuluyor. Karda da koşuluyor, çamurda da koşuluyor. Ve bu adamlar hayatında hiç çamurda koşmadığı halde koşuyor. Çamurda koştuğu zaman, bu işin bir de çamur kısmı varmış diyor. Yokuş çok, bunu biliyor. Bir süre sonra bir bakıyorsun insanlar antrenmanlarını karda yapıyor. Havada sağanak yağış var. Arkadaşlarıyla konuşuyorlar, paylaşıyorlar, görüyoruz. Diyor ki yağmur var. O da diyor ki yağmurda da koşu olabiliyor. Ben gördüm diyor. Çok zorlu şartlar olmadığı sürece herkes koşuyor.

Bu durum yeni bir gelişme yani?

Norveç'e gidin, adamın evinin bahçesinde kar var. Eksi 20 derece bisiklet kuruyor, trainer. Ve eksi 20 derecede bir buçuk, iki saat bisiklet çeviriyor. Niye diyorsunuz? Kan akışını hızlandırmak istiyorum diyor, içimdeki oksijen oranını soğuk havaya uyarlamak istiyorum diyor. Onlar niye bizden daha başarılı kış sporlarında? Çünkü çalışma şartları, olanakları, coğrafi koşulları buna göre şekillenmiş. Ama Norveç'in de örneğin, yürüyüşçüsü yok. Bizde spor kültürü yok. Koşu değil, spor kültürü yok. Antalya'da yaşıyorum. Ama Antalya'dan yüzücü çıkmıyor. Erzurum’dayız. Bakın Kar Spor var. Erzurum’un coğrafi şartlarına göre Erzurum'dan bir yüzücü çıkması mümkün değil. Erzurum’dan çıkacaksa kış sporları ile ilgili biri çıkmak zorunda. İzmir’den çıkacaksa örneğin rüzgâr sörfüyle ilgili biri çıkar, koşuyla ilgili biri çıkar. Ama biz daha bunu kavrayamadık.

Doğunun şartları, yüksek olması, coğrafi olarak yüksekte kalması, hangi spor bu coğrafyaya uygundur düşünülmesi, bilinmesi gereken konulardır.

Federasyonlar ne diyor bu konuda?

Federasyon bununla ilgili zamanında çalışmalar yapmış ama bugün çıkan maratoncu iki kişi yalnızca. Onun altında koşan çocukların hepsi de doğu kökenlidir. İstanbul’dan maratoncu çıkaramazsınız. Denize yakın yerden maratoncu çıkaramazsınız. Yok zaten. Vücuttaki oksijen oranıyla alakalıdır bu konu.

Ne tuhaf bir çıkmaz bu?

Niye? Çünkü yıllardır dünyanın en iyileri 2000 metrenin üstünde antrenman yapıyorlar devamlı. Vücutlarındaki oksijen oranı o kadar ayarlı ki laktik asit üretmiyor neredeyse. Adamlar koşarken yorulmuyor bile.

Öyleyse ne yapmak gerekiyor?

Bizden, İstanbul’dan bir tane iki 20'nin altında maraton koşan bir adam bulamazsınız. Varsa bile genlerinde bir şeyler vardır o adamın. Yani siyahi geni vardır.

Teknik deyişle aklimatize olmak, kalp atışını ayarlamak demek istiyorsun.

Erciyes'e koşmaya gidiyorsanız örneğin, o gece 12'de gidip sabah 7'de start almayın. Çünkü iki bin metrenin üstünde koşacaksınız. İki kişi öldü Erciyes'te bu yüzden. Kan akışınız daha yavaştır yüksekte.

Ne yaptınız öyleyse?

İnsanlara dedik ki, buralara giderken ikişer gün, üçer gün önce gidin, vücudunuzu alıştırın. Tahtalı’da koşu grupları bir hafta öncesinde kamp yapıyorlar yükseğe uyum sağlayabilmek için. Yani sıfırdan 2.365 metreye üç saatte çıkmak demek, insanın belli bir süre sonra beynine oksijen gitmemesi anlamına geliyor ve bunu anlamazsanız sıkıntı yaşarsınız. Niye Everest tırmanışları üç günde bitmiyor da bir, bir buçuk ay sürüyor? Çünkü yavaş yavaş yukarıya alışıyorlar. Neyse konumuza dönelim.

Çok güzel konular. Kişinin kendi sınırını aşması, bunu yaparken doğanın sınırlarını bilmesi, oksijenin yeterliliğini bilmesi, yaşamsal sınırlar hepsi. Boyun eğmek gereken doğal sınırlar.

Ne zaman koşmaya başladık Polat?

 Biz özel sektör olarak bu işe girdiğimizde insanlar daha koşmuyordu. Koşmaya başlamamıştı.

Ne oldu? Ne zaman verildi büyük koşunun startı?

Federasyonlara, kulüplere gittiğinizde bir hırs var, ego var, çocukları yetiştireceksiniz deniyor ama antrenör problemi de var. Hiçbir şeyi bilmiyorduk.  Daha beslenmeyi bilmiyorduk. Halk dayanıklılığı bilmiyordu. Sadece çocuğu yüzüyor ya da koşturuyor. O kadar. Çocuk da diyor ki “Benden bir şey olur mu?” Hayır olmaz çocuğum. Senden bir şey olmaz henüz. Öyle bir dünya yok. Sadece koşarak başarılı olamazsın. Uykusuna, dinlenmesine, beslenmesine, dayanıklılığına, gücüne bakmalı, onları geliştirmeli.

Ne yapmalı?

Asıl problem şu: Aileler çocuklarının bu denli zorlanmasına izin vermeyebiliyor. İşte spor kültüründen kastım da bu. Spor kültürümüzün içerisinde aile de olmalı. Dağlar kadar fark var Avrupa ile aramızda.

Koşmak ve yaş arasındaki ilişki nedir? Polat Dede? Hem sporcular için hem de yarışçılar için soruyorum.

Bizde 18 yaşın altındaki çocukların koşmasına izin verilmez yarışlarda. Dünyada da aşağı yukarı böyledir. Çok fazla özel yarış da düzenlenemez. Federasyon bir şeyler yapar yine de. Bununla ilgili seçmeler var ama ben buna karşıyım. Kırk yaşındaki bir insanın fizyolojisi ile 20 yaşındaki insanın fizyolojisi bir değil. Biz daha güçlüyüz sonuç olarak. On iki yaşında bir çocuk maraton koşabilir mi? Koşmaz. Evet ama on iki yaşındaki çocuk yüzebilir mi? Fizyolojisiyle bizden çok daha iyi yüzebilir. Her branşın kendine göre özellikleri var ama koşu biraz değişik bir branş. Olimpiyatların ortaya çıkma sebeplerinden bir tanesi atletizmdir zaten, yani koşu.

Koşma kültürü nasıl gelişti bizde?

Bizde ilk koşucular 2012’de başladı. Hafta sonu ne yapıyorsun Ayşe? Ben de arkadaşlarla koşmaya gideceğim. Ya kızım deli misin ne koşması? Hadi rakıya gidelim.  Sosyal eğilimler böyle değişti. Hafta sonu fasıl var. Ayşe de diyor ki, ben bu sefer koşmayı deneyeceğim gidiyor, fotoğraflar paylaşıyor, arkadaşlarına gösteriyor. Biz de gittik koştuk ama akşam da ateş başında rakımızı içtik diyor kadın. Öyle oluyor. Neredeydiniz? Orası neresi? Hadi ben de geleyim derken böyle başladı bu yürüme işleri biraz da.

Sonra ne oldu?

Gruplar oluştu, insanlar sosyal bir ortam kurmaya başladılar ve böyle böyle koşuyu yükseltmeyi başarabildik.

Yine koşu yarışlarına dönersek eğer?

Ülkemizden yurt dışındaki yarışlara gitmeye başladık. Şunu dedik, adam yol koşuyor, maraton, yarı maraton koşuyor. Ona dedik ki, ki gel patika koş! Koşmam cevabını veriyor.

Sen ne diyorsun ona?

Bir tanesiyle görüştüm, abi ben koşmuyorum dedi. Neden? Abi patikada sakatlanınca ne olur? Dedim ki bak, birinci yanlış bu. Patika seni çarpmaz, patika seni güçlendirir, çünkü asfaltta hep aynı noktaya basarsın, tabanın hep aynı noktaya basar, hiç şaşmaz. Ayağına uyguladığın basınç aynıdır o asfaltın. Ama patikada böyle bir şey yok. Siz daha iyi biliyorsunuz. Patikada hep aynı noktaya basabilir misiniz? Taş şöyle olur, öyle olur. Öne basmak zorundasın. Aşağı yürüyorsun, yukarı tırmanıyorsun. Dedim ki, bu seni güçlendirecek bir şey. Bunu dene dedim, yap dedim. Gerçekten güçlendiğini göreceksin. Bunu birkaç kişi böyle denedi ve başarılı olduklarını gördüler. Dediler ki, abi biz patikada hızlandıkça yol performansımız arttı. Yol performansı artınca bu sefer bu işe daha çok asılmaya başladılar. Onun için insanlardaki algıyı değiştirmeye bakmalı. Bunu yapıyorsun ama böyle de yap. Sadece koşmayın. İkinci bir branş ekleyin buna, bisiklet koyun. Çünkü belirli branşlar birbiriyle bağlantılıdır. Atıyorum bisiklet ve kürek, atıyorum bisiklet ve koşu, atıyorum koşu ve yüzme. Yüzücü koşarsa ciğerleri daha fazla kapasiteye hâkim olacaktır, güçlenecektir. Daha iyi ciğerlere sahip, daha iyi yüzücü koşu performansını da artıracaktır. Bisiklette de aynı şekilde gelişecektir. Kürek de çok geliştirici ama yan bir spor. Mesela ben oğluma yüzme yaptırıyorum ama aynı zamanda karting de yaptırıyorum. Bana diyorlar ki ne alakası var? Motor becerilerini geliştiriyor. Çocuğun zaman refleksleri güçleniyor. Sonuçta ne zaman frene basacak, ne zaman dönüş yapacak? Döndüğü zaman gazı ne zaman açacak, sağında solunda neler var? Ben kendi oğlumu izliyorum. Karting yaparken o yandaki tekerlekleri bir santim farkla dönüyor çocuk.

Bazı sporlar birbirine bağlantılı olmalı?

Bazı branşlar hakikaten birbirine bağlantılı. Buraya gelip koşan iki tane atlet var, gördünüz mü? 15’i kazanan kadın ve erkek sporcuların biri İtalyan, diğeri Norveçli. Onların ikinci branşı daha ayrıdır. Onlar senenin belki de dört ayı kışın dağda tur kayağı yaparlar.

Dünyada bir istatistik çıkarttılar. Dünyanın kalp büyüklüğü en fazla olan spor branşı triatlon olmuş. İkincisi de ultra maraton. Çok acayip istatistikler.

Tam anlamıyla, insanın kendisini geçerek çoğalması. Çok yönlü olması, bunun için yorulması. Bedensel bir etkinlik gibi gözüken bir sporun insanın düşünce göğünü büyütmesi.

Tabii. Düşünsenize, herkes 100 kilometre koşabilir mi? Evet, 100 kilometre üstü yürüyebilirsiniz ama adam 100 kilometre hiç durmadan koşuyor. Şimdi bu adamın kalbinin akışıyla, yani kan pompalamasıyla benimki bir mi? Değil.

Kendi kabuğunu kırmak, ufkunu genişletmek.

Bizde koşmak artık bir kültür haline gelmeye başladı. Biz bunu görebiliyoruz. Koşu istatistiklerine baktığımızda, yarışmalarda ortalama yaş 39 ya da 40 çıkar. Bu yarışta 40 çıktı mesela.

Ben koşma yaşını çoktan geçtim diyenler de var…

İnsanlarda artık büyük bir umut var. Artık yaşlandım gibi bir saçmalık var hala bir yandan. Yok öyle bir şey. Fakat bunlar o kadar işleniyor ki.

Çıkıp koşmalı, kendisini geçmeli. Kendini geçen, gerçek bir yarışta rakibini de geçer.

Babalarımız kaç yaşında emekli oluyordu? 40 küsur değil mi? Bu adam emekli olduktan sonra ne yapıyordu? Evinde oturuyordu. Yazlık alıyordu, oraya gidiyordu. Biz bu kültürün çocuklarıyız.

Bunun sonucu ne oluyordu Polat?

Böyle bir kültürden sporcu kültürünün gelişmesi, yetişmesi mümkün mü sizce? Yetişmez. Ama şimdi 40 yaşında insanlar koşuyorlar.

Neler değişti?

PD: Bizim sporcularımız, yani katılımcılarımızın tatil kültürü değişmeye başladı. Şimdi şöyle düşünün bir. Bir turizm firmasının bir lafı var: Hepimiz tatil için yaşıyoruz. Herkes tatil için yaşıyor, 15 gün için 350 gün çalışıyoruz. Yanlış mıyım? Şimdi ne oldu? Farklı bir olanak çıktı karşılarına. Ne yapıyorlar? 15 günlük tatili bölmeye başladılar. Adam diyor ki, ben buradan Barcelona'ya giderim. Örnek veriyorum, Barcelona'ya giderim hem oradaki maratona katılırım hem maraton öncesi eğlencelere katılırım. Barcelona'yı gezerim, Cordoba’da denize girerim. Oradan dağa çıkarım. Adam tatil programını komple değiştirmeye başladı. İnsanlar kendilerine sene için bir takvim hazırlamaya başladılar. Plan program yapmayı öğrettik insanlara bu konuda. Bizim yaptığımız tek program hafta sonuydu eskiden. Ama şimdi antrenör ya da kulüp kurucusu, şu saatte kahvaltıya ineceksiniz, şu saatte antrenman başlangıcı, bir saat 20 dakika koşulacak, şu saatte geliyoruz, odalara dinlenmeye çekiliyoruz, saat 13.30'da yemekte buluşuyoruz, diyor. Haydi sıkıysa uyma. Disipline olmayı öğrendik.

Bir bilinç, bir düzen kültürü gelmiş gibi.

Son 10 senede başladı bu düzen. Ben size söylüyorum. Türkiye çok önemli bir spor ülkesi olabilir. Avrupa şampiyonasını aldı futbolda. Bu da önemli bir gelişme. Türkiye olimpiyatları istiyor ve olimpiyatları başarabilmek için ülkemizde birçok branşta; futbol, basketbol, voleybol değil, toplu sporlar hariç etkinlikler düzenlenmesi de gerekiyor. Kıtalararası bisiklet yarışları, patika koşuları, yarı maraton, tam maraton. Yüzme yarışları. Bunların sayısını arttırabilirsiniz. O zaman dünya sizi görüyor. Dünyanın size sorduğu cümle şu: Ne diye benden olimpiyatları istiyorsun? Bir tane dağ bisikleti parkurun var mı? Yok. Kaç tane 24 saat koşu yarışı düzenliyorsun?