Kahramanmaraş, Pazarcık’ta adına merkez üssü denen bir noktada kükreyerek ağzını açıyor yer. En katı gerçeklik, ayaklarımızın altındaki toprak kayıyor, çatlıyor, kırılıyor; üzerindeki dünyayı çalkalayarak, eğerek, bükerek, fırlatıp atarak; ateş, su ve toprak fışkırtarak yırtılıyor. Doğuştan hakkı olanı almak üzere çıkıp geliveren bir ejderha, başı ve kuyruğu olmayan mitolojik bir canavar gibi. Yırtık kuzey güney doğrultusunda ilerliyor, bir uçtan Hatay’a bir uçtan Malatya’ya uzanıyor, titreyen ışıklar gibi sönüyor şehirler. En güzel vadilere yerleşmiş kasabalar, yalnızlığın son sığınağı dağ köyleri ezilip dökülüyor. On binler hayattan kopuyor, hiç var olmamışçasına ortadan kayboluyor.

Depremin kendisi devasa, etkisi korkunç. Öyle çok kayıp var ki, ölenler, kaybolanlar öyle çok ki. Yıkım çok büyük; algılama yetisinin sınırlarını aşıyor. Ülkenin bedenine ve ruhuna indirilmiş en ağır darbe. Hayat anlamsızlaşıyor. Dertler, kederler, sevinçler, neşeler, mutluluklar buharlaşıyor. Duygularımızın bir karşılığı yok. Binalar, yollar, köprüler, hastaneler, havaalanları değil sadece, insanın dünya üzerinde rahatça ve güvenle yaşama duygusu da yerle bir oluyor. Büyük çaresizliğimizle baş başayız; terk edilmişliğimiz, unutulmuşluğuz, dayatılmış yalnızlığımızla çırılçıplağız. Dayanıksızlık çağının açığa çıktığı andayız. Sarsılmazlık kof bir uydurmaymış. Çok güçlü sandığımız uygarlığımızın, devletimizin, binalarımızın; nasıl ve neyle var ettiysek yaptığımız her şeyin zayıflığını, kırılganlığını ancak bu anda, yer yarıldığında fark ediyoruz. Her türlü tehlikeye karşı sığınabileceğimiz en güvenli yerler evlerimiz değil miydi? Bu duvarları kime, neye karşı ördük?

Ayaklarımızın Altındaki Toprak 1

Antakya’da Özgür Fırını’nın sahibi Hayri Sağıcı, depreme evde yakalandı. Hayri Sağıcı ile üç çocuğu ve eşi depremden kurtulmayı başardı.


Yıkıntıların en derinlerinden ezilen bedenlerin iniltileri, yardım çağrıları yükseldiğinde, onlara enkaz üzerinden “ah anacığım”, “dayan çocuğum” sesleri eşlik ettiğinde, çatlaklardan ve beton blokların arasından ölüm sızdığında en acı gerçekle yüzleştik: Kimsesizdik, hayatlarımıza sahip çıkacak kimse yoktu. Devlet yoktu, normal zamanlarda kasım kasım kasılan kurumlar yoktu, kuşandıkları yetkileri vakarla taşıyan yetkililer yoktu. Onların kendilerini göstermesi, müesses nizamın rap raplarıyla ortaya çıkmaları için birkaç gün geçmesi gerekecekti. Vinçler, kepçeler, beton delen matkaplar, demir kesen makaslar, jeneratörler de yoktu. Kurtarma ekipleri yoktu. Su yoktu, ışık yoktu…

Kahramanmaraş’a bakın. Yıkımın kalbine. Çöken binaları görüyorsunuz. Kaç katlıydı bu binalar? Beş mi, on mu? Anlamak mümkün değil. Olduğu yerde dağılmış, asli malzemesi kuma dönmüş yığıntılar. Beton kütlelerin arasından (beşinci kat olabilir ya da yedinci ama kesinlikle daha aşağısı değil, o katlar görünmüyor, yer yutmuş onları) bir el uzanıyor. Depreme uyurken yakalanan ve bir daha uyanamayacak olan 15 yaşındaki Irmak Leyla’nın eli. Bir adam öylece oturmuş oraya o eli tutuyor. Irmak’ın babası Mesut Hançer. Sükûneti insanı delirtiyor, kırık bakışları ülkenin kalbini delip geçiyor. Biraz yukarıda, eskiden çatı olması gereken yerde birkaç kişi bir hayat belirtisi arıyor. Çekiçleri bile yok. Korkularını, kaygılarını, dayanılmaz acılarını ve çaresizliklerini bir hale gibi başlarında taşıyorlar. Hemen ötede (yine aynı bina mı, belli değil, muhtemelen komşu bina) bir adam, nereden bulduysa bir kazmayla devasa beton kütlesini kırmaya çalışıyor. Tek başına. Vurduğu yerden zerrecikler koparıyor sadece. Vazgeçmiyor. Acısı sabrını besliyor. Bu adamın çabası yanında, koca bir kayayı sonsuza dek bir dağın zirvesine, yokuş yukarı yuvarlamaya mahkûm Sisyphus’un trajedisi, bir çocuk hikâyesi sayılır ancak. Sevdiklerine ulaşabilmesi için, hiç durmadan, sonsuza dek kaldırıp indirebilir o kazmayı. Öylece duramaz çünkü.

Şimdi de Antakya’ya gidelim, şehirlerimizin kraliçesine… Yusuf Dinçer’i dinleyeceğiz. Genç bir sanatçı, depremzede değil, Ankara’dan kopup gelmiş; o anlatıyor. O anlatıyor çünkü depreme yakalananların anlatmaya mecali yok, ağızlarını her açtıklarında acı ve öfkeyle burgaçlanan bir alev sütunu içlerine akıyor. Feryat denilen şey bu olmalı. 


Ayaklarımızın Altındaki Toprak 2

Depremin 10. günü. Samandağ depremzedeleri, gönüllülerin Anadolu Palace Oteli’nde dağıttığı yemekleri alabilmek için bazen saatlerce bekliyorlar. 

“6 Şubat, sabah 07.00’de Ankara’dan çıkıp, Adana’dan erzak ve ilaç alarak saat 14.32’de Antakya’ya girdik. Girişte bir AFAD minibüsü dışında tek bir yetkili ya da kolluk yoktu. Yıkıntıları açacak hiçbir araç, ambulans, itfaiye aracı yoktu. 1,5 kilometre yürüdük mahallemize varmak için, saat 16.40. Bir tane devlet görevlisi yok sokaklarda; yangın var söndüren yok, yağma var durduran yok. Cebrail mahallesi, Fatih caddesindeyiz. Vali göbeğiyle ve parkıyla Antakya’nın en civcivli, renkli yerlerinden biri. Burası ailemin yüzyıllık evi. Annem, dayılarım, teyzem (hatta ben bile) bu evde doğdu. Annem Belgin Unutulmaz bu yığının altında.”

Ertesi gün. “Saat 6.00; deprem sonrası 25. saat. Hâlâ yetkililer ortada yok, sivil toplumdan ulaşanlar varmış parka ama ayrılamıyorum. O kadar soğuktu ki anlatamam. Bazı inlemeler duyuluyordu ama nereden bilemiyorduk. Aynı apartmandaki Mehmet amcanın sesini yine aldık, ümitlendik. 07.30 bir grup asker gördüm sırtlarında damacanalarla önümüzden geçtiler nereye geçtiler bilmiyorum. Parkta çorba var dediler.”

Orada annesine ve yakınlarına ulaşmak için çırpınan Yusuf Dinçer, o an soyadını değiştirmeye karar veriyor O artık Yusuf Unutmaz. Unutmayacağını unutmamak için ama daha çok unutmayacağı, hesap soracağı bilinsin diye:

“Bu gördükleriniz Antigone oyunu değil; sokakta yatan annem ve ananem. Naaşlarına devletten kimseye el sürdürmedim, ellerimle çıkardım ellerimle gömdüm, başında nöbet tuttum tüm gece. Kimseyi yaklaştırmadım bile. Taziye mesajları atıyorsunuz atmayın; üzgün değil, öfkeliyim. Sevdiklerinin parçalarını toplayanları, konuştuğu babasını 48 saat kurtaramayan kardeşimi, karısının belden yukarısını sarıp götüren adamı... Hepsini anlatacağım. Ailemin soyadı ‘unutulmaz’ benimki de artık ‘unutmaz’ olacak. Bu ihmali sizin yanınıza bırakmayacağım!”

Mucizeler de yaşanıyor. Bazı depremzedeler, enkaz altından bir şekilde sürünerek çıkıyor, bazıları insanüstü bir çabayla, tırnaklarıyla kazıyarak nefes alabilecekleri bir delik açıyorlar, o deliği büyütüyor ezilmiş bedenlerini dışarı atıyorlar. Ruhları ve zihinleri enkazda, en sevdiklerinin olduğu yerde hâlâ. Şaşkınlar, çıktıkları enkazın etrafında kimse yok. Kurtulan var mı, varsa nereye gittiler? Yoksa, toza dönmüş bu apartmanlardan sağ çıkan olmadı mı? 

Gece boyunca yağan kar, yağmura dönüşüyor. Soğuk ıslak bir kamçı gibi şehri ve kurtulanları dövüyor. Ara ara yer kıpırdamaya devam ediyor, kıvranıyor, titriyor, sarsılıyor. İlk depremin üzerinden henüz yarım gün geçmemişken devasa ağzını bir kez daha açıyor yer. Yıkılmamış binalar da yıkılıyor, geceden kalan enkazlar gözle görülür bir şekilde biraz daha çöküyor. Ölenler, ölmekte olanlar ve yardım gelseydi kurtulacak olanlar biraz daha ölüyor. 

Devletin sosyal sorumluluklarını buharlaştıranlar, felaketlere müdahale olanaklarını sıfırlayanlar tam siper. Kurumsal çatışma ve çürüme, koordinasyonsuzluk, afet müdahale ekiplerinin yetersizliği, bu tür bir işin gerektirdiği beceri ve yetenekten yoksun yöneticiler, ne yapacağını bilmeyen, talimat almadan harekete geçemeyen yetkililer, hazırlıksızlık ve elbette ki felaketin boyutu devleti felç ediyor. Çığlıklar, feryatlar, yardım çağrıları karşılıksız kalıyor. Gönüllüler, kurbanların yakınları, beton yığınlarının altından gelen sesleri sosyal medyada paylaştıkça infial büyüyor. İktidar seyirci gibi görünmeyi sindiremiyor, eleştirilere karşı defter tuttuğunu, zamanı gelince açacağını söylüyor. Sosyal medyayı sınırlıyor, twitter’ı askıya alıyor. Hatay ve Kahramanmaraş havalimanları, yollar patlamış; bu şehirlere ulaşılamıyor. Adıyaman’dan haber yok, ilk resmi yazışmalarda depremde parçalanmış bu şehirden bahsedilmiyor. 

Art arda iki şiddetli deprem; ilki 7.7, ikincisi 7,6 büyüklüğünde. Atımı, yani yer kayması devasa; yer yer 7-8 metre. Etkisi korkunç; bu yazının yazıldığı 53. günde resmî açıklamaya göre 50 binden fazla ölü, yüzbinlerce yaralı. Bir de kayıplar var, en anlaşılamaz, en akıl erdirilemez, asla kabul edilemez olanı; binlerce, kimilerine göre on binlerce kayıp. 156 binden fazla bina, yani 505 bin konut yıkık, acil yıkılacak ve ağır hasarlı. 43 bin dolayında bina ise orta ve hafif hasarlı. 

Ah ülke! Kırık ülke! 

Burası Türkiye… Arabistan levhasının milyonlarca yıl önce gelip çarptığı Anadolu levhasının kırık toprakları… Haritaya bakarsanız bu iki levhanın kafa kafaya geldiği sınırın, Hatay’dan Zagros Dağları’na dek bir yay çizdiğini ayan beyan görürsünüz. Bereketli Hilal denilen yaydır bu; hani tarımın, uygarlığın icat edilip dünyaya yayıldığı yer. Buğdayın, incirin, üzümün, zeytinin ve bugün bizi besleyen envaı çeşit bitkinin, pek çok hayvan türünün evcilleştirildiği, kültürün çiçeklenip geliştiği coğrafya… Biyoçeşitlilik ve insan yaşamı açısından bir ana kucağı; hem bir bariyer hem bir koridor… Anlaşılan, bu yay boyunca eğilip bükülen, kuzey tarafında dağlarla yükselen, güneyde verimli ovaları çölle buluşan bu topraklar insanlığa çok şey verdi. En iyi yaşam için en iyi koşulları ve olanakları sağladı ama aynı zamanda yok etme, öldürme gücüne de sahipti. Yerine göre üç yüz yılda, beş yüz yılda, bin yılda bir kırıldı; bağrında biriken ve artık zapt edilemez seviyeye gelen enerjisini serbest bıraktı. Ne zaman dalgalı bir deniz gibi çalkalansa barındırdığı, var ettiği ne varsa alıp götürdü. Şehirleri kırıp döktü, en parlak uygarlıkları söndürdü. 

Buna felaket denildi, doğal afet, hatta kıyamet. Allah’ın gazabı! Ya da kader planı!

Ama artık biliyoruz. Bilim, depremlerin sıradan olaylar olduğunu söylüyor. Yerkabuğunu oluşturan ve magma üzerinde yüzen tektonik levhalar çarpışıyor, birbirini itip sıkıştırıyor. Biri diğerinin altına girip yükseltiyor, eğiyor büküyor, kâğıt gibi kıvırıyor. Bu gezegensel süreç tıkır tıkır işliyor ve levha sınırlarında adına fay denilen kırıklar oluşuyor. Bizim sarsılmaz sandığımız yeryüzü aslında kıpır kıpır, durmaksızın hareket halinde. Depremlerin, volkanların, tsunamilerin kaynağı bu işte. İlahların hiçbir rolü yok. 

Şaşırtıcı olan şu ki; depremler sayesinde varız; bir bilimcinin söylediğine göre “levha tektoniğinin çocuklarıyız” biz. İnsan evriminin beşiği, Doğu Afrika Yarığı, levha tektoniğinin en çarpıcı laboratuvarıydı. İnsan denen canlı, bu vadinin sunduğu eşsiz koşullarda evrimini tamamlayıp bu vadi üzerinden dünyaya dağıldı. Gittikleri yerlerde çoğunlukla tektonik kırıkların olduğu yerlere sokuldular. Tarım devrimi gibi büyük atılımları, uygarlıkları, en parlak kentleri buralarda gerçekleştirdiler. Depremlerin hiç etkilemediği uçsuz bucaksız topraklar varken, tehlikelerine rağmen levha sınırlarını seçmeleri; ölümcül depremlere, volkan patlamalarına ve tsunamilere rağmen bu toprakları terk etmemeleri ölüme karşı kayıtsızlığın ya da çaresizliğin değil, yaşama ve yaşam kaynaklarına bağlılığın sonucuydu. 

Bu bağlılığın bir bedeli olacak elbet ve tarih boyunca oldu. Yerkabuğunu yatıştıramayız ama ona uyum sağlayabiliriz; uyumlanma yeteneği çok yüksek bir canlı türüyüz sonuçta. Nitekim Japonya’dan Şili’ye daha tehlikeli kırıkların üzerinde yaşayanlar güvenli bir yaşam için çok ciddi aşamalar kaydettiler. Çözüm basit: Rant için değil, insanlar için yapılır binalar. Ölçülülük genel kuraldır. Evler, apartmanlar, büyük yapılar, anıtlar, hastaneler, okullar, yollar, havalimanları tapınaklar; hepsi “insan olgusuyla doğa olgusu arasında ortak bir ölçek” esasına göre sağlamlık, yetkinlik, teknik gereklilik, verimlilik ve estetik gözetilerek inşa edilir. Fay zonuna bina yapılmaz ya da yapılması zorunluluksa en şiddetli depremde bile ayakta kalacak halde yapılır. Dere yataklarından, tarım arazilerinden uzak durulur.

Peki bize ne oluyor, biz ne yapıyoruz? Neredeyse her on yılda bir yıkılıyoruz, on binleri kurban veriyoruz. Bütün o büyüme, inşa etme, yücelme, göğe erme, düzenleme ve düzeltme, yaşama, şehirlere ve doğaya hiza verme çabalarının gelip dayandığı nokta bu işte. Yönetmekten ve planlamaktan çok kentlerin üzerine kâbus gibi çullanan muktedirlerin, inşaat patlamasından yararlanan bürokratlar, politikacılar ve müteahhitler ağının tezgâhında intihara sürükleniyoruz.

Dizginlenemeyen bir kâr hırsı, arsız bir servet biriktirme tutkusu şehirlerimizin ve insanlarımızın geleceğini kararttı. Son otuz kırk yıla bakın. Başta İstanbul olmak üzere en zarif şehirlerimiz, baştan başa yıkıldı, kazıldı, yırtıldı ve bambaşka bedenlere büründü. Binlerce yıllık şehirlere sanki dün kurulmuş gibi davranmaktan vazgeçmediler. Her yıkım ve yenilenme çok küçük bir azınlık için iştah kabartıcı fırsatlara yol açarken büyük çoğunluğumuz için karabasana dönüştü; hiçbirimize kıpırdayacak alan bırakmadı. Şehirlerimizi kıpır kıpır ve canlı kılan ne varsa hayatımızdan silindi. Soğuk, tekdüze, katı, durgun, hayatı yutan bir buz kentler silsilesi yarattılar. Depremin vurduğu şehirlere, kasabalara bakın. Meyve bahçeleri, dere yatakları, nehir vadileri, hatta şehirlerin orasında burasında kalmış avuç içi kadar park ve yeşil alanlar, adına “recidence” denen ucubelerle, tek tip apartman ve sitelerle dolduruldu. Deprem bir yana sel baskınları bile hesaba katılmadı. En görkemli binalar, kumdan kulelerdi aslında. 

Ne bilim insanlarına ne sivil toplum kuruluşlarına ne çevreye ve doğaya duyarlı topluluklara ne uzmanlara aldırdılar. En hayati meselelerde bile halkın fikrini almaya tenezzül etmediler. Tek beklentileri, rant ve itaat oldu. Birileri rant kazanırken kentsel dönüşüm aldatmacasıyla insanlar mülksüzleştirildi ve buna boyun eğmeleri, itaat etmeleri beklendi. 

Deprem değil, asıl ölümcül olan işte bu. Kriz ve kaosa dayanan inşaat siyaseti ve ekonomisi. Yıkımdan besleniyor ve yıkımı besliyor. Yıkmak için yapıyor, yapmak için yıkıyor. Depremi bile fırsata çevirebilir. O fırsatı tanımamalıyız, bir daha on binlerce ölmemek için, itaat zamanının tükendiğini, hesap verme zamanının geldiğini bildirmeliyiz.


Yazının devamını okumak için indirme linkleri:

PDF: https://www.magmadergisi.com/belgeler/magma-deprem-ozel-sayisi.pdf

 Zip: https://www.magmadergisi.com/belgeler/magma-deprem-ozel-sayisi.zip

 Dmags:https://dmags.net/yayinlar/magma-dergisi/deprem-ozel-sayisi/15397