Gezi, Magma Dergisi’nin 5. yıl kutlaması için yapılan Anadolu’ya Sadakat yolculuğuydu.
Anadolu, sadakat, Magma...
Bazı kelimeler sadece kelime değillerdir. Ruhları vardır, canlılardır.
Mesela “mag-ma” kelimesinin bilindik anlamının dışında, Yunanca kökenindeki hamur yoğurmak, şekil vermek anlamındaki “mag” kısmı, kökeni içten bağlılık, sağlam, güçlü dostluk olan sadakatle birleşir ve bu ikilinin oyun alanı güneşin doğduğu yer olan bizim ana sütü kadar kutsal topraklarımız, Anadolu’muz oluverirse... Ortaya içtenlikle, dostlukla, yürek koyarak, ilmek ilmek işlenen, şekil verilen, alın teriyle kutsanan bir çoğalma, çoğaltma, özü sağlam tutma, arılaştırma öyküsü çıkar.
Bir cumartesi sabahında. Ankara Garı'nın hüzne bulanmış adeta zamanı durduran atmosferi araçlardan inenlerin birbirlerine sarılmaları, özlemle kucaklaşmaları, seslenmeleri, yardım için uzattıkları elleriyle sıcaklık kazanıyordu. Sanki siyah beyaz bir film karesi her yeni gelen kişiyle birlikte tuvale özenle bir renk daha katıyordu.
Gözle görülmeyen ama varlığı kuvvetle hissedilen bir örgünün ilmikleri atılıyor, Anadolu’nun adı henüz konmamış bir kilim motifi dokunuyordu. Belki de koyulmuştu adı da kişiler zamanla anlayacaklardı.
İki vagon dolusu kişi, sakin, saygılı, birbirini gözeten, mütevazı, içtenlikli bir tavırla “biz” olmayı hak ettiklerini gösteriyorlardı.
Tren yolculukları... O nostaljik, duyarlı, zaman akışını farklı bir çerçeveye taşıyan, sizin görüntüye değil, görüntünün size geldiği o akış... Önce biraz fazlaca bina, modern yaşam simgeleri, ardından göz alabildiğine bozkır... Elbette göz alabilirse...
Kendimi bildim bileli tren yolculukları içimi kıpır kıpır eden, çocuksu bir sevinci koluna takan, kavuşmaların ruhunun içine işlediği zaman dilimleridir benim için. İlk şiirimi o yolculuklardan birinde yazmam da bundandır herhalde.
Dışarısı da içerisi de seyirliktir. Her ikisi de kendi ritminde akar. Ne biri diğerinden hızlı, ne de diğeri öbüründen yavaş. Birbirlerini saygıyla kollar, gözetir gibidirler.
İşte tam da bu güzel insan topluluğuna uyan bir yolculuk biçimi diye geçirirken yakaladım kendimi. Hem belirgin bir sevinç hare hare yayılırken hem de o dinginliği koruyabilme becerisi. Sakin ve kıpır kıpır. İki birbirine zıt gibi duran olgu, aynı anda, bu yüz beş kişilik aynı bedende.
Tanışmalar, tanımaya çalışmalar, kimi zaman çekinik, kimi zaman cesur merhabalar, açılan, cömertçe paylaşılan yolluk paketleri. Ah ne severim ben onları. Dokusunda özenerek üretmenin, sevginin, verilen değerin, kıyamamanın parmak izleri vardır. Ve ne çok severim kıyamamak duygusunu ve kıyamayan insanları. Vicdan sahibi, duyarlı, kendinden verebilen.
Yolda olmak duygusunun yarattığı o güzelim hülyalı hal sarmıştı hepimizi.
Ahhh duygu ve bilginin o karşı koyulamaz birlikteliği.
Duyguyu bilgi de takip etti sonra. İyi ki de öyle. Bana çok kısaymış gibi geldi. Daha saatler boyu dinlerdim oysa.
Trende yaşam, kendiliğinden ikiye ayrılmış gibidir benim için. Gündüz saatleri sohbet, seyir, fotoğraf; akşam ve gece okumak, sohbet ve uyku saatleridir. Yazmak zamansızdır.
Gün akşama döndü. Süre uzadı, biraz sabırlar kısaldı. Ama aslında her uzayan - kısalan zaman içinde nedenini de barındırır. Telaşlar, “hadi hadi”ler yalın bir beklemeye, durmaya dönüşür. Adına sabır bile diyemeyiz hatta. Çünkü, kendiliğindendir. Ve sonunda elbette varılır.
Trenden sonra otobüs sadece varmak içindi benim için. Ve vardık. Yataklarımızın matlarımızın mahrem alanlarına sığındık.
Sabahın mahmurluğu çabuk geçti. Divriği meydanına yürüyüş, tek tük geçen araçlar, gökyüzünün berraklığı, var oluşa övgü... Gün çok güzel başladı.
Divriği meydanı benim için biraz fazlaca moderndi. Tarihi ve doğayı perdeleme, çevrenin dokusunu geri planda bırakma riski taşıyordu. Fazla büyüktü, fazla modern. Fazla taştandı, fazla ... Şehir, köy, kasaba meydanlarını çok severim oysa.
Arka planda gezinin pırlanta taşı Ulu Cami üzerini kaplayan gölgeliklerin altında tüm görkemine rağmen mahzun ve mazlum görünüyordu. Sanki hasta yatağında yatan bir hastanın hemşirelerin, doktorların gelip, iznini almadan iğnelerle, aletlerle alanına fütursuz girişleri gibi, onun izni alınmadan, iyileştirmek için bile olsa alanına girilmişti.
Mahzun prenses (mi demeliyim?), derinlikli delikanlı (mı?), zihnimdeki tereddütleri hem kadın elinin hem de erkek elinin değmiş olduğu gerçeğiyle giderdi.
Simetrinin içindeki asimetri, gölge oyunlarının varlığı, akustik, çözümün herkese göre farklı olması, kadınla erkeğin eserleriyle omuz omuza duruşu, lotus çiçeğinin kendi topraklarından bunca uzakta var oluşu, gül ve bülbül, cehennemin boş bırakılması, suyun büyüsü dönüp baktığımda zihnimi esir alanlardı.
Şehri yerleşimiyle tanımak, eskinin yaşam alanlarının insani dokusuna hayran olmak, parke taşlı zeminleri adımlamak, kahve tadındaki kahvelerde çayı kahveye katmak... Sefa kısmını biraz da akşama ertelemek.
Ve elbette yol içinde yollar vardı, yolu yola bağlamak lazımdı. O zaman Tuğut Köyü atlanmaması gereken bir yerdi. Görmeden bilmek mümkün değil ya, “İyi ki gördüm”lerden oldu benim için Tuğut Köyü.
Peki ama neden? Az sabır, anlatacağım.
Şimdiki ismi Çiğdemli olan ve adını dutluk yeri olmaktan alan Tuğut, bir taş cenneti. Taş deyince aklımıza yakutlar, safirler gelmesin hemen. Bildiğimiz taş. Ama bilmediğimiz, ya da az bildiğimiz yapıda: katman katman. Sanki özenle kesilmiş, istiflenmiş taşlar düşünün. Bu istiflerin üzerinde de evler yükseliyor. Yapı malzemeniz evinizin altında. Ohh ne güzel.
O taşlar binbir şekile girerek görsel bir şölene dönen evleri yaratıyorlar. Ah işte zamanın, doğanın örseleyici etkisi olmasa sonsuzluğa uzanacaklar ama işte gerçekler. Evler işte bu yüzden ve tekrar tekrar elden geçirilmek zorundalar. Aklıma çağrışımlarla Yemenin kerpiç gökdelenleri ve Şibam geliyor. Burası da en az Şibam kadar değerli, özel. Boşuna değil dünya kültür mirası içerisinde korumaya alınmaya aday olması.
Ah bu kışlar yok mu bu kışlar, bir bakıyorsunuz ki gün bitiveriyor. Muhabbet, kendimizi eğleme, sokaklarda dolanma, kahve ve çayın hakkı olan zamanı onlara verme vakti geliyor demektir bu.
Elbette bir de birbirimizi tanıma, tadı dimağda kalan sunumlar izleme zamanı bu zaman. Orhan Alkaya’yla bozkırlara gidip, Kubilay Akdemir’le aya tırmandık. Ne yalan söyleyeyim bilinçdışım bilincime çıkmak için merdiven misali çağrıştırıcılar bulmuş olmalı ki gece boyu rüya gördürüp, hemen ardından “Aman ha unutmayasın, hatırlayasın” der gibi beni uyandırıyordu. Bir konu, bir konu daha, bir daha, bir daha. Tüm gece böyle geçti. Sabah berrak bir zihin ve algıyla, pırıl pırıl güne uyandım. Yanıtlarım gelmişti. Uzun ve güzel yaşayasınız siz, emi?
Ertesi sabah rahvan bir güne başlayışı tercih ettim doğrusu. Telaş etmeden güne başlamak, Divriği’nin merkezine yürümek, sağa sola bakınmak. Yine kahve, yine çay ve Kaman Dayı’nın yeri. Ve elbette Ulu Cami’yi bir daha tavaf etmek. Dantel gibi işlemelerde, katman katman anlamlarda kaybolmak, cennet kapısının, batı kapısının, Darüşşifa kapısının detaylarına kapılıp gitmek ve Ahmet Şah ile eşi Melike Turan Melek’e şükran duymak....
Daha yapacak ne çok şey vardı. Üstelik bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’ydı. Bayram yapmak gerekiyordu. Gerekmese de gönül istiyordu. Gönül her şeyden önce gelirdi, doğru yolu o gösterirdi.
Hem gönül insanı hem bu kadar gönül insanıyla birlikte olmak, hem de yüreğe gitmemek olmazdı. Duyana ve gidene kadar sadece cismi değil ismi de çoğumuza yabancı olan Cürek Köyü vardı sırada. Gidilmese olmazdı, görülmese eksik kalırdık. Her birimizde farklı yürek yangıları oluşturdu bu madenci kasabası. Ben böyle isimlendiriyorum ama çok da yanlış sayılmaz. Çünkü madende çalışanlar için yapılmış bir lojman - kasaba burası. İnsani ve çağdaş yaşamın tüm parçaları düşünülmüş, okul, hastane, spor alanları, sineması ve doğayla bütünleşmesi ile örnek bir yerleşke yaratılmış. Amaaaaa... Güzelliğe, iyiliğe, doğruluğa olan tahammülsüzlüğümüz devralmış kontrolü. Geriye hüzünlü bir hayalet kasaba kalmış.
Artık yolculuğun sonuna yaklaşıyorduk. Bölgesel trene binip, Divriği’den Sivas’a gidecek, oradan da hooooppp Ankara treniyle ver elini Ankara. Ama Ankara elini epeyce zaman veremedi. Çünkü, trenimiz Malatya’dan çıkıp, bir türlü gelemedi. Belli ki biz Sivas’ı öksüz bırakmıştık bu gezide. O bize “Hele de tarih 29 Ekim. Hele de Cumhuriyet’in temelinin atıldığı yerdesiniz. Pes size!...” dedi ve gittik, ve gördük. Sivas Kongre Binasını, şehir meydanını, kafeler sokağını... Treni beklememiz ayrı bir öyküye sığar ama kısacası, sürekli uzatmalar oynanan bir maçta gibiydik. Bize jet hızıyla yaşamak, sabırsızlık dayatmalarından çıkmamız için sadece durmak, teslim olmak gerektiği öğretiliyordu ince ince. Teslim olduk!...