Arkadaşımız Yelina Tayfur’un ilk öykü kitabı Dünyadan Sonra Bir Yer yayımlandı. Yirmi öyküden oluşan kitap, ziyaretçilerin, misafirlerin, yabancıların, görünmezlerin ya da görmezden gelinenlerin, unutulanların ve bekleyenlerin yaşamlarından kesitler sunuyor. Başkaları tarafından kurgulanmış ve inşa edilmiş yalnızlığa ve bu yalnızlığın beslediği çaresizliğe yazgılı sıradan insanların hüsranlarını ve hayallerini, boş vermişliklerini ve ısrarlı arayışlarını, kırılgan heyecanlarını ve derin korkularını, şaşkınlıklarını ve ironilerini kayda geçiriyor. Genellikle yenilgiye ve başarısızlığa mahkûm bu var oluş halinin eziciliğini anlatırken bütün güçleriyle yaşama tutunan bu insanların belirsiz de olsa güçlü bir direniş ve dayanışma ihtimalini canlı tuttuklarını gözlüyor…

Dünyadan Sonra Bir Yer 1

Yelina Tayfur, kitabıyla ilgili Magma’nın sorularını yanıtladı.

İlk kitabınız, Dünyadan Sonra Bir Yer raflardaki yerini aldı. Her ilk kitap, edebiyat dünyasına atılmış cesur bir adımdır aynı zamanda. Bu ilk kitaba ilişkin duygularınızı öğrenebilir miyiz?

Uzun zamandır üzerinde çalıştığım ve tamamlamakta oldukça zorlandığım bir dosyaydı. Sürekli yazıp bozduğum, defalarca sildiğim, yeniden yazdığım öyküler… O yüzden şimdi bir kitap olarak raflarda görmek gerçekten büyük bir mutluluk. Ama bu duygu da tek yönlü değil; çünkü yıllarca “yazıp yazıp rafa kaldırmak” bana hem bir konfor hem de bir tür özgürlük sağlıyordu. Şimdi, o özgürlüğü kendi elimle elimden almış gibiyim.

Garip gelecek belki ama yer yer pişmanlık hissettiğim bile oluyor. Yazmak çok içedönük bir iş, kitapla birlikte dışarıya açılmak heyecanla birlikte korku da getiriyor. Ama tam da bu korkuyla birlikte devam etmeyi, karakterlerimi ve onların hikâyelerini kendimden kurtarıp serbest bırakmayı öğreniyorum. Bu anlamda, bir eşiği geçtiğimi hissediyorum.

Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Yazma süreci nasıl gelişti?

Klişe olacak belki ama gerçekten kendimi bildim bileli yazıyorum. Şiirler, senaryolar, öyküler, mektuplar, kısacık metinler, roman taslakları… Lisedeyken mesela “kitap yazmak” daha belirgin, daha peşinden koşulabilir bir hayal gibiydi. Zamanla o hayal uzaklaştı tabii ama yazmayı hiç bırakmadım. Defterlere yazıp yazıp kaldırdım. Uzun süre yalnızca yakın çevremle paylaştığım yazıların olduğu bloglar açtım, kapattım, açtım, kapattım. Sonra -beklenmedik bir biçimde- çocuğumun doğumuyla birlikte, onunla yapışık geçirdiğimiz o ilk zamanlar bana yeniden ve daha odaklı bir şekilde yazmak için bir alan açtı. Kucağımda bebekle, telefonun not defterine yazdığım kısa metinler, ilk öykülerin çıkış noktası oldu.

Derken öykülerin dergilerde yayımlanması, uzun süren bir dosya hazırlığı, yayınevlerine gönderememek ve göndermek ve beklemek… işte buradayız.

Kitapta Dünyadan Sonra Bir Yer, adlı bir öykü yok. Kitabın adına nasıl karar verdiniz?

Aslında başlarda dosyada gerçekten Dünyadan Sonra Bir Yer adlı bir öykü vardı. Fakat zamanla o öykü o kadar çok dönüşüm geçirdi ki -kurgu, karakterler, hatta mekânlar bile baştan sona değişti. Ben de metnin adını buna uygun olarak değiştirdim. Ama kitabın adının Dünyadan Sonra Bir Yer olarak kalması gerektiğine dair güçlü bir hissim hep vardı.

Bir yandan da, okur olarak öykü kitaplarında kitaba adını veren öyküyü aramaya alışkın biriyim. Dolayısıyla bu adla bir öykünün kitapta yer almamasının yaratabileceği karışıklık üzerine çok düşündüm. Editörümle birlikte farklı isim alternatiflerini de konuştuk, ama sonunda Dünyadan Sonra Bir Yer’le devam etmeye karar verdik. Çünkü artık yalnızca tek bir öykünün değil, tüm kitabın ortak duygusunu taşıyan bir isme dönüşmüştü benim için.

Gerçi kitaptaki öykülerden birinin içinde, bir cümlenin arasında geçiyor bu ifade. Okurlar fark edecektir belki. Yani ismin izi tamamen silinmiş değil -bir yerlerde hâlâ yaşıyor.

Dünyadan Sonra Bir Yer, bir öykü kitabı. Ne anlatıyorsunuz öykülerinizde? Kitabı nasıl tanımlarsınız?

Kitap, her biri farklı insanlık durumlarını anlatan yirmi öyküden oluşuyor. Hikâyeler çoğunlukla gündelik hayatta kolayca görünmeyen çatlaklardan sızıyor. İktidarın ve her türlü bağımlılığın gölgesinde yaşamanın yarattığı çaresizliğe karşı bir yandan kayıtsız kalan, bir yandan büyük bir dirençle hayata tutunan insanların hayatlarından kesitler var. Öyküler, kenarda köşede kalmış duyguları bulsun ve ortaya çıkarsın istedim. Çünkü, o duyguların insanın henüz işgal edilmemiş yanlarını ifade ettiğini düşünüyorum. Ama bu gerçeklikten, yaşadığımız hayattan kopmak değil.

Tersine, ben öykülerinizde çok gerçekçi yaşam deneyimleriyle karşılaştım. Öyküleriniz okuyucuyu hepimizin aşina olduğu şehirlere, apartman dairelerine, isimleri değişmiş sokaklara, eski evlere, kuytu köşelere, kalabalık caddelere, yüksek katlı zamane binalarına, külüstür otobüslere, gizli odalara, hastane köşelerine, hapishane hücrelerine ve buralarda hiç de yabancısı olmadığımız sıradan insanların arasına götürüyor. Ama sanki belirli temalar ön plana çıkıyor. Mesela yalnızlık, yabancılaşma, çaresizlik…

Evet evet, hayaletleri anlatmıyorum sonuçta, gerçek insanları anlatıyorum ve onları anlatmak için pek az düş gücüne ihtiyaç var. Temalar konusunda da doğru söylüyorsunuz: Yalnızlık, yabancılaşma, çaresizlik hep bir yerlerden sızıyor. Ama bunlar çoğu zaman büyük, dramatik olaylarla değil; gündelik hayatın küçük anlarında, bir bakışta, söylenmiş/söylenmemiş bir sözde, bir eşyanın yer değiştirmesinde ortaya çıkıyor. Sanırım ben en çok bu “küçük sarsıntılarla” ilgileniyorum.

Bir de “yalnızlık” özelinde şu var: yalnızlığı tercih edebilirsiniz ve bu özgür bir tercih olarak güzeldir. Dayatılmış, başkaları tarafından kurgulanıp inşa edilmiş yalnızlık ve bu yalnızlığın beslediği çaresizlik ise zalimcedir, bir yıkım olarak yaşanır. Aynı şekilde bir insanın görmezden gelinmesi, görülmemesi, yok sayılması ona yönelmiş en ağır şiddettir.

Bazı öykülerde bu şiddet daha belirgin; bazılarındaysa daha örtük. Ama hepsinde bir tür “gölgede kalma” hâliyle birlikte görünür oluyor. Belki de bu yüzden mekânları da çoğu zaman arada kalmış, unutulmuş ya da dönüşüm geçirmiş yerler olarak seçtim.

Dünyadan Sonra Bir Yer 2

Özellikle kadınların; görünür ya da görünmez şiddete en çok maruz kalanların sergilediği çaresizlik ve kayıtsızlıkla hayatı kendinin kılma arzusu kitabınızda defalarca karşı karşıya geliyor. Bu da belirsiz olsa da güçlü bir direnişi çağrıştırıyor. Siz, kadınların konumu ve mücadelesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şiddet son derece fiziksel ve gözle görünür olduğu kadar; ince, gündelik ve sistematik biçimlerde işliyor. Bu yüzden kadın karakterlerin çoğu, sadece başlarına gelenlerle değil, bu görünmez ve sürekli tekrar eden şiddetle nasıl baş ettikleriyle de var oluyorlar.

Beni en çok etkileyen şey, kadınların kimi zaman tamamen çaresiz ve edilgen gibi göründükleri anlarda bile, içten içe başka bir var olma biçimi kurmaları. Bunu bazen bir kelimeyle, bazen susarak, bazen de bir şeyi olduğu gibi bırakarak yapıyorlar. Bu görünmez çabayı, içe dönük ama ısrarlı var olma hâlini çok önemsiyorum.

Öte yandan, kadınların mücadelesini yalnızca önemli değil, en temel mücadele olarak görüyorum. Çünkü bu, kuşaklar boyu ısrarlı bir direnişle süren, sessizce devredilen bastırılmalara, eşitsizliklere, yok sayılmalara karşı yani her türlü şiddete karşı verilen bir mücadele.

Okurla nasıl bir bağ kurduğunuzu düşünüyorsunuz?

Hepimiz okuruz aslında, yazarla okur arasındaki asıl ortaklığın bu olduğunu düşünüyorum. Okur olarak beni içine çeken, serüvenlerine katan eserleri seviyorum. Yazarken en tedirgin olduğum şey, öykülerimde karakterlerin okurdan uzak durması ya da okurun öyküdeki karakterlere ya da durumlara yabancı kalmasıydı. Başarabildim mi bilmiyorum ama karakterlerle aynı girdapta yüzen okurun, öykünün anlamını kurmaya katılması, benzer duyguları paylaştığı karakterlerle bağ kurması en büyük arzum. Hikâyeye katılma ve müdahale edebilme hakkına inanıyorum ve bunun için bir yol bulmaya çalışıyorum.

Yazarlık serüveniniz asıl bu kitaptan sonra başlıyor diyebilir miyiz? Yani, yeni bir çalışmanız var mı?

Evet, bu kitap benim için hem çok uzun bir yolculuğun sonu hem de yeni bir başlangıç gibi. Bu hem cesaret verici hem de ürkütücü.

Şu anda da tamamlanmak üzere olan bir romanım var. Uzun süredir üzerinde çalıştığım, parçaları zamanla bir araya gelen bir metin. Öykü formundan romana geçmek, hem anlatımda hem de duyguda başka bir derinlik ve süreklilik gerektiriyor. Bu süreç bana çok şey öğretiyor.