İlk dil nasıl ortaya çıktı? Dilin kökeni bilinebilir mi? Dilbilimciler, düşünürler, arkeolog ve antropologlar bu soruyu yanıtlayabilmek için yüzyıllardır birbirinden farklı kuramlar öne sürüyor. Dilin kökeni tartışmaları, temelleri Antik Çağ düşünürleri tarafından atılan ve evrimsel, toplumsal ve bilişsel boyutlarıyla çok katmanlı bir araştırma konusu. Dili insanın akılcılığı ve toplumsal etkileşiminden doğan bir araç olarak gören Aristo’ya karşın, dilin insanın akılcı düşüncesinden değil, duygularını betimleme isteğinden doğduğunu ve insan doğasının daha ilksel, içgüdüsel yanıyla ilişkili olduğunu düşünen Jean-Jacques Rousseau’ya kadar pek çok düşünür ve bilimci farklı felsefi, tarihsel ve insan doğasına ilişkin bağlamlarda konuyu ele aldı. Öyle ki, 1866’da Paris Dilbilimi Topluluğu doğrudan deneysel kanıtların yoksunluğu nedeniyle konu üzerinde ciddi çalışmalar gerçekleştirmenin mümkün olmadığı savıyla bu alandaki bilimsel tartışmaları yasakladı. O dönemde doğal seçilimle evrim kuramının kabul görmeye başlamasıyla dilin kökeni üzerine yeni bir beyin fırtınası heyecanı oluşsa da bu yasak Batı dünyasında 20. yüzyılın sonlarına kadar geçerliliğini korudu. Her şeye rağmen, dilin başlangıcı üzerine düşünmenin çekiciliğine yenik düşen akademik dünya, 1990’ların başından bu yana daha modern yöntemler kullanarak ve nörobilimle evrimsel biyoloji gibi görece yeni disiplinlerden de yararlanarak konuya özgün bakış açıları getirmeye çalışıyor. Kesin bir yanıta ulaşmak mümkün olmamakla beraber, çağdaş dilbilimciler insan dilinin nasıl ortaya çıkmış olabileceğiyle ilgili ikna edici varsayımlar öne sürüyor. Söz konusu varsayımlar genellikle biyolojik evrim, toplumsal etkileşim ve bilişsel gelişim arasındaki karşılıklı ilişkiyi irdeliyor.


Dilin biyolojik evrimini vurgulayan temel bir bakış açısı, Noam Chomsky’nin evrensel dilbilgisi kuramını içeriyor. Chomsky, insanın beyninde şifrelenmiş, doğuştan gelen bir dil yetisine sahip olduğunu savunuyor. Bu kurama göre, yaklaşık 100.000 yıl önce Homo sapiens’in geçirdiği genetik bir mutasyonla ortaya çıkan “dil yetisi,” karmaşık sözdizimleri oluşturabilmeyi ve sözcük öbekleri içine yeni öbekler yerleştirebilme olanağı olarak tanımlanan, dilde “özyinelemeyi” sağladı. Bu biyolojik çerçeve, dilin insana özgü ani bir evrimsel sıçramayla doğduğunu iddia ediyor.

 

Chomsky’nin yaklaşımını eleştiren Bilişsel Bilimci ve Fonetikçi Philip Lieberman farklı bir kuram sunuyor. Lieberman, giderek karmaşıklaşan iletişim karşısında insan beyninin bu karmaşayı destekleyecek biçimde evrimleşmesiyle dilin aşama aşama ortaya çıktığını düşünüyor. İnsan ses aygıtının rolünü, özellikle de gırtlağın evrimsel olarak aşağı doğru inmesinin konuşma seslerinde daha fazla çeşitlilik sağladığını vurguluyor. Dolayısıyla, ilk insansılar bu anatomik uyarlanma ve prefrontal kortekslerinin genişlemesiyle karmaşık düşüncelerini sözle dile getirmeye başlamış olabilir.

 

Çağdaş dilbiliminde bir diğer önemli akımın öncüleri, dilin kültürel ve toplumsal kökenlerini araştırıyor. Dilbilimci Daniel Everett, Dil Nasıl Ortaya Çıktı adlı kitabında dilin doğuştan gelen biyolojik bir özellik olmadığını, kültürel bir buluş olduğunu savunuyor. Amazon’un yerel halklarından Pirahãlarla yaptığı saha çalışmalarından elde ettiği veriler doğrultusunda, Everett, dilin bir toplumun kendine özgü gereksinimlerini karşılamak üzere evrildiğini öne sürüyor. Chomsky’den farklı olarak, dilin Homo sapiens ile değil, yaklaşık 1.9 milyon yıl önce Homo erectus ile doğduğunu iddia eden Everett’e göre, bu ilk insansılar iş birliğine ve problem çözmeye dayanan yarı gelişmiş iletişim sistemleri, yani ön diller geliştirdiler.

 

Gelişimsel Psikolog ve Dilbilimci Michael Tomasello da toplumsal etkileşimin önemi üzerinde duruyor. İnsan Bilişinin Kültürel Kökenleri adlı kitabında Tomasello, dilin ortaya çıkışının ardında ortak amaçlar doğrultusunda iş birliği yapabilme yeteneğinin yattığını belirtiyor. İlk insanların avlanma ve alet yapma gibi etkinliklerde birlikte çalışabilmek için jest ve seslendirmeler geliştirdiğini, bunların da yavaş yavaş daha karmaşık dil sistemlerine dönüştüğünü öne sürüyor.

 

Kimi dilbilimcilerse dilin konuşmayla değil, jestlerle doğduğunu savunuyor. “Önce jest vardı” varsayımına göre, atalarımız iletişim kurabilmek için sesli dilden önce el hareketlerini kullandılar. Modern insanların ve primatların beden diliyle iletişimde jestlerden yararlanması bu görüşü destekler nitelikte. Buna ek olarak, insan beyninde dilden sorumlu olan Broca alanı gibi sinirsel bölgelerin motor fonksiyonların kontrolüyle de ilişkili olması, jestler ve konuşma arasında evrimsel bir bağlantı olabileceğine işaret ediyor.

 

Çok bileşenli kuramlar bu görüşü bir adım daha ileriye taşıyarak erken dilde jestlerin, yüz ifadelerinin ve seslendirmelerin bir arada kullanıldığını öne sürüyor. Birlikte kullanılan bu farklı iletişim yöntemleri giderek soyutlaşan düşüncelerin aktarılması için gereken esnekliği sağlamış olabilir.

 

Dilin kökeni üzerine güncel varsayımlar basite indirgenmiş, çizgisel açıklamalardan vazgeçilerek daha ayrıntılı ve disiplinler arası yaklaşımların benimsendiğini gösteriyor. Biyolojik kuramlar evrimsel uyarlanmaların etkisini vurgularken kültürel ve toplumsal kuramlar insanın iş birliğinin ve çevresel baskıların önemini belirtiyor. Jest odaklı ve çok bileşenli varsayımlarsa fiziksel ve bilişsel evrim arasında bir köprü oluşturarak farklı unsurların insanlığın en belirleyici özelliklerinden biri olan dilin gelişimine nasıl katkıda bulunmuş olabileceğini gösteriyor. Kesin bir yanıtı olmayan dilin nasıl ortaya çıktığı sorusunun Aristo’dan bu yana pek çok düşünür ve kuramcının zihnini bu denli meşgul etmesi, dilin insanlık için yadsınamaz önemini bir kez daha vurgulamıyor mu?