Bugünkü Özbekistan’ın başkenti Taşkent, yirminci yüzyılın başlarında çok daha geniş bir coğrafyanın, Kazan’dan Kaşgar’a uzanan “İmparatorluklar Beşiği”nin merkezi konumundaydı. Coğrafi bakımdan Orta Asya, siyasi ve kültürel bakımdan Türkistan diye anılan bu uçsuz bucaksız topraklar, kabaca altı bin kilometre uzunluğunda, 1500 ila 2500 kilometre genişliğinde engin bir ülkeydi. Çok büyük bir bölümü Rus işgali altındaydı –ki bu bölgeye Batı Türkistan deniliyordu; Tanrı Dağları ve Cungarya Aladağları’nın Batı’dan ayırdığı kısım ise Doğu Türkistan diye anılıyordu ve Çin egemenliğindeydi.

Rus devriminin dünyayı sarsan dalgaları ilk Orta Asya’da hissedildi. Devrim, milliyetçi bir uyanışı kamçıladı. Orta Asya’nın Türk halkları, kendi kaderlerini belirleyebilecekleri, bağımsız bir Türkistan oluşturabilecekleri hayaline kapıldılar. Bu hayal 1921 yılında Taşkent’te düzenlenen kurultaya damgasını vurdu. Taşkent Kurultay’ı, farklılıkları kadar özdeki bütünlükleriyle de dikkat çeken Orta Asya halklarını bütünleştirmeyi hedefliyordu. Bu halklardan biri de Çin’in etki alanındaki Doğu Türkistanlılardı. Kurultay onlarla ilgili bir karar aldı; yeni milliyetçi anlayışa göre bir kavim adı taşımaları gerektiği için onlara “Uygur” denilmesi uygun olacaktı. Böylece, sekizinci yüzyılda Göktürklerin yerini almış ve Doğu Türkistan’ı da içine alan büyük bir imparatorluk kurmuş kadim Uygurların anısı canlandırılmakla kalınmıyor, burada yaşayan halkın bütün Türk halklarıyla olan tarihi bağları da vurgulanmış oluyordu.

Uygur adı, Doğu Türkistan halkı arasında da çabucak benimsendi ve yerleşti. Elbette bugünkü Uygurların tamamının, eski Uygurların devamı olduğu söylenemez. Bir kısmı kesinlikle öyleydi; diğerleri Sarı Uygur, Kazak, Özbek, Kırgız gibi Türk boylarından geliyordu ve kendilerini Kaşgarlıklar, Yerlikler, Hotanlıklar, Endicanlıklar gibi yer adlarıyla tanımlıyorlardı. Kaldı ki bölge, tarih boyunca göç ve istila dalgalarının sürüklediği halkların karşılaşma ve tabii ki karışma potasıydı. Bütün bu topluluklar dilbilimcilerin Doğu Türkçesi dedikleri dilin ağızlarını (Turfan, Kuşa, Aksu, Kaşgar, Yarkend, Hotan, Lobnor ağızları) konuşuyorlardı. Onları bütünleştiren harcın iki temel unsurundan biri buydu. Diğeri ise İslam’dı; Uygur adı önerilen toplulukların tümü Müslüman’dı ve 1921’de Doğu Türkistan nüfusunun yüzde 90’ından fazlasını oluşturuyorlardı.

Bu toplulukların Uygur ortak adı altında anılması, Çin yönetimini (devrim öncesinde ve sonrasında) rahatsız etmemişti. Onların şiddetle reddettiği bölgenin Doğu Türkistan diye anılmasıydı. Bunun “modern, coğrafi içerikli ve yabancı kökenli” bir deyim olduğunu ve bölgenin tarihsel adı olmadığını öne sürüyorlardı. Çinlilerin bölgeye verdiği ad ise bölge halklarının benimsemekte bir hayli zorlandığı yapay bir addı: Sincan; Çince söylenişiyle Şincan, yani “Yeni Eyalet”. Bölgeye, kesin olarak Çin egemenliğine girdiği 1884’ten sonra bu ad verilmişti. Bölgenin kaderi de zaten bu tarihten sonra değişmişti. Her ne kadar Çin’in resmi tarihi, kendi koydukları adla alay edercesine bölgedeki Çin varlığını İÖ 3. yüzyıla dek uzatsa da kadim Türk ülkesinin (burası, Türk kültürünün eşsiz eserleri Altun Yaruk’un, Divanü Lugati’t Türk’ün, Kutadgu Bilig’in vatanıdır) Sincan adıyla Çin bütünlüğüne ilhak edilmesi bu tarihten sonraki uygulamaların eseridir. Bölgeye Han nüfusunun yerleştirilmesi ve Çin bütünlüğünün tarihi ve idari bir parçası olarak ilan edilmesi ilk kez görülüyordu.

Bu politika yüz yıl içinde meydana gelen onlarca ayaklanmanın ve son olarak 2009 yılında patlak veren çatışmaların kaynağıydı. Yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan olayların anlaşılması için yüz yıldan fazladır uygulanan bu ilhak ve kolonizasyon politikasının incelenmesi gerekir.

Sincan’ın Çin eyaleti olarak ilan edilmesini, asker ya da memurların yanı sıra Han etnik grubuna ait çiftçilerin bölgeye yerleştirilmesi izledi. İlk gelenler Tanrı Dağları’nın (Tienşan) kuzeyinde, bugünkü Urumçi yakınlarındaki verimli toprakları gasp ettiler. Çinli tüccarlar Sincan’ın büyük kentlerine ve ticaret yolları üzerine yerleştiler; bölge ticaretini tekellerine aldılar. Onları, vergi ve diğer angaryalardan kaçan bazı yoksul köylüler ve Yunnan ve Mançurya’dan gelenler izledi. Bölge halkı bu sömürgeleştirme politikasına şiddetle direndi, ancak ayaklanmalar daha büyük bir şiddetle bastırıldı. 1930’larda patlak veren isyanların ardından 1933’te Kaşgar’da Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti ilan edildiyse de kısa sürede alaşağı edildi. Doğu Türkistan Cumhuriyeti ikinci kez Ocak 1945’te kendini gösterdi. Cumhuriyetin ömrü, Çin’deki iç savaş nedeniyle dört yıl kadar sürdü. Çin Halk Kurtuluş Ordusu 1949’da, cumhuriyetle birlikte Uygurların bağımsızlık hayalini kesin olarak söndürdü.

Oysa, Çan Kay Şek iktidarına karşı mücadele eden komünistlerden bazıları, “Sincan’ın askeri yoldan köleleştirilmesine” karşı çıkıyor ve “Sincan’da yüzde 90’ı aşan bir Müslüman çoğunluğun etkin bir biçimde yüzde 10’u bile bulmayan bir Han azınlık tarafından denetlenmesini” doğru bulmuyorlardı. Komünist iktidarın kurulmasından hemen önce Sincan’da Han nüfus gerçekten de küçük bir azınlıktı: Sadece 400 bin. Uygurların nüfusu ise dört milyon civarındaydı. Ne var ki, iktidarı devralan komünistlerin Uygurların bağımsızlık talebine sıcak bakmayacağı daha baştan belliydi. Mao, ünlü Çin Seddi’nin tarihi bir sınır değil, bir savunma hattı olduğunu söylemiş ve Çin komünizmine “yitik toprakların tümünü yeniden kazanmayı” hedef olarak göstermişti.

Komünist rejim milliyetler politikasında Sovyetler modelini teorik olarak benimsemiş görünüyordu ama birlik ve merkeziyetçilikten taviz vermiyordu. Toprak temelli özerk cumhuriyetler kurulmasının önü kesin olarak kapatılmıştı. 1952’de Mao’nun emriyle çıkartılan “Ulusal azınlıkların Bölgesel Özerkliğini Sağlama Genel Programı” ve 32 yıl sonra, 1984’te kabul edilen “Bölgesel Özerklik Yasası”, Sovyetler Birliği’ndeki özerk cumhuriyetlere tanınan hak ve yetkilere göre çok yetersiz bir bölgesel özerklik tarif etmişti. Üstelik bu belgelerde kabul edilen haklar, uygulamaya yansıtılmamış; özellikle “İleriye Doğru Büyük Atılım” ve “Kültür Devrimi” dönemlerinde her türlü etnik kimlik zorla asimilasyona tabi tutulmuştu.

Uygurlar için bu asimilasyonun en tedirgin edici boyutu ise Han nüfusun kitleler halinde Sincan’a yerleştirilmesiydi. Öyle ki 1949’da sadece 400 bin olan Han nüfusu 1990’da altı milyona, toplam nüfusun yüzde 40’ına ulaştı. O tarihte Uygurların nüfusu ise 7 milyon 200 bin idi. (Kazak, Kırgız, Özbek gibi Türk boylarıyla birlikte Sincan Türklerinin toplam nüfusu 8 milyon 500 bini buluyordu ve bu da toplam nüfusun yüzde 56’sına tekabül ediyordu) Uygurlar hala çoğunluktu ama Çin’in 1 milyar 400 milyonluk nüfusunun yüzde 90’ını oluşturan Hanlar karşısında bu özelliğini daha ne kadar koruyabileceği kuşkuluydu. Belirtmek gerekir ki, bugün Sincan’ın kuzey kısmında Han nüfus çoğunluğu oluşturuyor. Uygurlar etnik kimliklerini korumanın bir yolu olarak güneye, Tarım havzasına yığılmış vaziyetteler ve bu bölgede Uygur nüfusu yüzde 80’le ezici bir çoğunlukta. Ancak 1980’lerden itibaren Han nüfusun sayısında ve etkinliğinde görülen artış artık çok daha rahatsız edici bir hal aldı. Yeni petrol yataklarının bulunması ve yeni işletmelerin kurulması Han göçlerini artırdı. Hanlarla Uygurlar arasında etnik düşmanlığın zemini böyle oluştu. İki etnik grup arasında gerilim ve sürtüşmelerle kendini gösteren düşmanlık zaman zaman çatışmalara sebep oldu. 1990’da Baren’de patlak veren olaylar, “Doğu Türkistan’ın Türk halklarını birliğe” çağıran ve yanı sıra “cihat” ilan eden silahlı bir isyana dönüştü. İsyan kanla bastırıldı ve tam o sıralarda, 1991’de gazeteler, gelecek on yıl içinde Sincan’a en az beş milyon Han nüfus yerleştirileceğini haber verdi.

Çinli yetkililer göç olgusunu ekonomik gerekçelere dayandırıyorlardı ama asıl etken siyasiydi. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Orta Asya’da Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığını kazanması Çin yönetiminde Sincan’a ilişkin tehdit algısını daha da güçlendirdi. Kırk yıllık asimilasyon politikasına rağmen, Sincan hala Orta Asya Türklüğü’nün kültürel ve etnik bir parçasıydı ve Orta Asya’daki yeni durumun Sincan’daki Türk etnik kimliğini güçlendirme eğilimlerini kamçılayacağı düşünülüyordu. Çinli yetkililerin bu yeni duruma ilişkin reçetesi ise eski politikanın, yani nüfus aktarımının kesin sonuç alacak şekilde devam ettirilmesiydi.

Sincan’daki Han varlığı ve etkisini daha da yaygınlaştırmaya dönük bu devlet politikası, Uygurlar arasında derin bir umutsuzluğa yol açtı. Çin egemenliğinden kurtuluş artık çok uzak bir hayal haline geldi. Buna bir de Hanların Uygurlara dönük etnik saldırganlığı eklendi. Tüm bunlar, Uygurlardaki yeni milliyetçi uyanışın Han karşıtlığı temelinde şekillenmesine neden oldu. Han-Uygur düşmanlığı 1990’lardan itibaren hızlı bir tırmanış gösterdi. Gerilimler, ağır bir baskı altında denetim altında tutuldu. Ta ki Temmuz 2009’a kadar. Meydana gelen etnik çatışmalar, nüfus dengesini kolonizasyon yoluyla değiştirip milliyetler sorununu halletmeyi tasarlayan bir politikanın ne denli tehlikeli olabileceğini gösterdi. Bu son olaylar, on yıllardır Uygurları denetim altında tutmakta büyük başarı gösteren Çin’in devasa askeri gücünün, etnik çatışmaları önlemekte yetersiz kalacağını gözler önüne serdi. Ve yine görüldü ki etnik düşmanlık kimsenin çıkarına değil; ne Uygurların, ne Hanların, ne de Çin yönetiminin. Hem Uygurlar, baskıyı, şiddeti, asimilasyonu değil; kendi yaşam alanlarında var olma hakkına saygı gösterecek bir politikayı fazlasıyla hak ediyorlar.