Kazakistan Almatı’da kente 100 kilometre mesafede bir köyde, Stalin’in sürgüne gönderdiği Kürtlerin çocukları ve torunlarıyla tanıştım. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Stalin, Nazilerle işbirliği yaptıkları bahanesiyle Kırım ve Kafkasya’daki Türklerin yanı sıra Gürcistan ve Ermenistan’daki Kürtleri de Orta Asya çöllerine sürmüştü. Binlerce insanın yolda ve oradaki zor koşullarda can verdiği bu sürgünden kalanlar, beni evlerine aldı; birlikte akşam yemeği yedik, ayrılırken de çantama ısrarla yiyecekler koydular. Ne de olsa sürgün çocuklarıydı ve babaları anaları açlıktan ölmüştü. Orada doğmuşlar, artık hayatta olmayan ana babaları da orada evlenmişti. Batum’dan sürgün edildikleri için çok güzel Türkçe konuşuyorlardı ama çocukları ve torunları Kürtçe, Rusça ve Kazakça biliyordu. Kobane’yi sordum, bilmiyorlardı. Dünyayla ilgilenmiyorlardı. Belki o korkunç sürgün anlatıları hâlâ üzerlerinden atamadıkları bir korku bırakmıştı onlarda. Beni yolcu ederken karşıdan gelen bir kadına koşa koşa gidip sarıldılar. Bu kadın benim devletimdir, dedi Kürt anne. Sarıldığı kadın Ahıska Türkü’ydü. Onlar da Kafkasya’dan sürgün edilen halklar arasındaydı. Kürt ve Türk, sürgünde ortaktı. Kürt aile reisi sürgün sırasında Kazakların onları ölümden kurtardığını, evlerine aldıklarını, çok yardım ettiklerini anlatmıştı sofrada. Nedendir bilmem, yüzlerinde sanki her an bir despot gelip onları yeniden sürgüne yollayacakmışçasına bir korku hali vardı. Belki öyle hissetmiyorlardı ama güçlü bir duygu olarak bende uyanan buydu. Ailenin yedi çocuğu vardı. Kızları ve iki çocuğu da onlarla birlikte kalıyordu.