Enver Hocanın anıt mezarı, rejim düştükten sonra değiştirildi. İçindeki heykel kesilerek çıkartıldı, mezarı da normal mezarlığa defnedildi. Piramit ise Amerikan kültür merkezi oldu. Bildiğimiz kadarıyla Arnavutluk'ta rejim henüz devrilirken bulunuyordun, değil mi?

Arnavutluk, Avrupa'da Berlin duvarının yıkılışını takip eden süreçte devrilen en son komünist rejim oldu. Rejim fiilen Kasım 1992 sonu itibariyle yıkıldı. Ben Arnavutluk'a bunun hemen ardından Mart 1993 başında gittim. Rejim yıkılalı çok az bir süre geçmiş, daha bütün izler ortadaydı. İtalya'dan tek tük gelen hurda vasıtalar trafikte dolaşıyor, ancak halkın çoğu hala bisikletlerdeydi. Ben de bir bisiklet aldım. Bunlar Çin malıydı ve Arnavutluk'ta monte ediliyordu. Son derece sağlam ancak bir o kadar da ağır bisikletlerdi. Genelde bir veya iki çocukla karı koca ailecek binebiliyordu. Arada sırada tek tük de olsa birkaç bisiklet kazasına şahit oldum. Benim yaklaşık iki ay kaldığım ilk seyahatimde halka yeni açılmış olan blok adı verilen eskiden Parti üyelerinin ve idarecilerin (nomeklaturanın) yaşadığı şehrin merkezindeki mahallede bir ev kiralamıştım. Enver Hoca'nın evinin bir üst sokağında, Mehmet Şehu'nunkinin ise 100 metre mesafedeydim. En lüks ilk kafe ve restoranlar o mahallede açılmıştı. Bunlardan Berlin Cafe’yi hatırlıyorum, Hüsnü Kapo'nun evinin bir bölümünde açılmıştı. Enver Hoca'nın karısı Necmiye Hoca hâlâ hapisteydi ama iki oğlu İlir ve Sokol serbestti. Bu kafenin ortaklarıydılar ve söylentilere göre Arnavut mafyasında önemli bir yerleri vardı. Bunlardan İlir'e, film çalışmaları sırasında İstanbul'a geldiğimde Pera Palas Otel’in restoranında rastladım.  Şehirde toplam restoran sayısı onu geçmiyordu, resmi devlet televizyonu TVSH sadece tek kanaldı, koca başkentte herhangi bir taksi yoktu, müsait olan bir kişinin arabasını kendisiyle konuşup kiralamak tek çözümdü, tabii ki şoförlü olarak. Eski İtalyan işgalinden kalan 1930’lar yapısı Dajti Otel’den başka da otel yoktu. Diğer bir iki otel ise yenilenme için kapalıydı. Ev tutmak daha kolaydı. Komünist dönemde hiçbir zaman muz ithal edilmediği için seyyar satıcılar en çok muz satıyor ve herkes büyük bir keyifle muz yiyerek sokaklarda, caddelerde volta atıyordu. Şehirde sadece bir tek fotokopi makinası vardı. Bir pastane ve bir döviz bürosu Türkiye'den gelen Türkiyeli Arnavutlar tarafından açılmıştı. Bir de ana cadde üzerinde Mille Sanat Galerisi’nin karşısında eskiden Lenin'in heykeli olan yerde bir Türk dönerci açılmıştı. Ancak ikinci sefer gittiğimde sahibi uyuşturucudan hapse atılmış ortakları da yürütemediğinden dönerci kapanmıştı. Bir de mantar gibi küçük büfeler açılıyordu, sigaradan çiklete ufak tefek hediyelik eşyalardan, zarf veya meşrubata kadar her şey satan bu büfelerin sahipleri arasında eski Radyo Televizyon müdürlerinden, milletvekillerini bulmak mümkündü.

 

Magma'da yayınlanan fotoğraflar, Arnavutluk eski rejiminin arşivindeydi ve sen o fotoğraflara ulaşmış oldun bu sayede öyle mi?

Arnavutluk’a gidiş nedenim Fransız -Alman ortak kültür kanalı Arte için bir belgesel film yapmak içindi. Magma'da yayınlanan fotoğrafların önemli bir bölümü bu çalışmalar sırasında elde edilen belgelerdir. O film için uzun arşiv çalışmaları yapmak gerekti. Önce Devlet film arşivlerini daha sonra Parti arşivlerini hatta Merkez Komitesi arşivlerini taradık, en inanılmaz belgelerse Merkez Komitesi’nin güvenlik kameraları görüntüleriydi. Ayrıca İçişleri Bakanlığı’nın arşivleri içinde de son derece önemli belgeler bulduk. Özel arşivler arasında Enver Hoca'nın özel kameramanın çektiği görüntüler son derece ender görüntülerdi. Yine rejimin devrilmesi anlarında özel kameramanların çektikleri görüntüler bulduk. Fotoğraf arşivlerinde bulduğumuz İngiliz gizli servislerinden Mac Lean'ın çektiği altı yüze yakın görüntü aslında eşi bulunmaz bir hazine oldu. Ayrıca bu fotoğrafların arkalarına Mac Lean tüm ayrıntıları not etmişti. Filmin en can alıcı bölümü aslında en az bilinen yönü, böylece gün yüzüne çıkmış oldu. Mac Lean'in yolladığı mektuptan anladık ki yıllar sonra ölmeden önce Arnavutluk arşivlerine bu belgeleri yollayarak tarihe bir not düşmek istemiş.

 

Bununla ilgili bir belgesel film çalışması da yaptınız. Bu film Türkiye'de de gösterilecek mi?

Film 1993-1997 yılları arasında yapılan araştırma ve çekimlerle ortaya çıktı ve Arte'de 1997 yılında prime time'da yayınlandı, izleme rekoru kırdı. Daha sonra katıldığı Biarritz'teki FİPA Festvali’nde (Avrupa Görsel ve İşitsel Programlar Festivali) belgesel dalında ikincilik ödülünü kazandı, aynı yıl İstanbul Sinema Tarih Buluşmaları festivalinde özel jüri ödülü elde etti. Bu ödülü Sayın rahmeti Stefan Yerasimos'un elinden almış olmak benim için son derece onurlandırıcı oldu. Türkiye'de bu film sadece İstanbul'da adı geçen festivalde bir de İzmir Film Festivali’nde gösterildi. Bunun dışında maalesef hiç yayınlanmadı.

Filmle ilgili en ilginç anılarımdan birisi de, filmin yayınlanmasından bir ay kadar sonra bir yayınevinde Mehmet Şehu'nun oğlu Bashkim (Başkim) Şehu'yla tanıştım. Uzun süredir Barcelona'da yaşayan Bashkim Şehu tanınmış bir yazar. Benimle tanıştırılınca, çok teşekkür edip babasıyla ilgili gerçeği bu filmle öğrenmiş olmaktan duyduğu memnuniyeti belirtti ve teşekkür etti. Filme tam başladığım sıralarda Korkulu Ekim adıyla Fransa'da yayınlanan bir romanında babasının öldüğü dönemi anlatıyordu. O dehşet verici atmosferi, ailesi ve özellikle de  babası üzerindeki yoğunlaşan baskıları dile getiriyordu. Tam bir korku romanı formatındaki bu yapıt beni çok etkilemişti ve neredeyse her gün onların eski evlerinin önünden gelip geçerken türlü ayrıntıları hatırlıyordum. Babasının öldüğü gece Bashkim aynı evde yan odadaymış ne silah sesini duymuş ne de sabah uyandıklarında babasının cesedini görmüş. Romanında o baskı ortamının dehşetengiz atmosferini anlattıktan sonra babasının muhtemelen sonunda söylendiği gibi bunalıma girip intihar etmiş olabileceği sonucunu çıkartıyordu.